Tarih boyunca tanrı ile insan arasındaki ilişkinin ne türden bir ilişki olduğu üzerine üretilen tezler, teoloji alanında çalışan araştırmacılar tarafından farklı yöntem ve yaklaşımlarla açıklanmaya çalışılmıştır. Din, sadece teolojinin değil, sosyoloji başta olmak üzere birden fazla farklı disiplinin de temel araştırma alanlarından biri olarak kabul görmüştür. Çünkü insana dair herhangi bir değerler kümesini, bu değerler kümesi içinde şekillenen davranış kalıplarını, inanç faktörünü çerçevenin dışında bırakarak ele almak söz konusu dahi olamaz. Aşkın bir gücün varlığına olan inanç, türü ne olursa olsun insanlık tarihi kadar eski ve ağır bir faktördür.
İnanç sistemleri, insan hayatının her alanını hatta kişilerin ruh dünyalarını şekillendiren en güçlü referanstır. Toplumlar, içinde yaşadıkları evreni anlamlandırma süreçlerini bu inanç sistemlerinin dikte ettiği referanslar üzerinden yürütürler. Bu temel kabulden hareketle, insanların ve toplumların hayatını doğrudan etkileyen ve bir sosyal çalışma sistemi olan siyasetin din faktöründen bağımsız şekillenmesi, kâğıt üzerinde uygulanabilir görülse de hayatın pratikleri içinde bu türden bir bağımsızlık pek de mümkün değildir, diyebiliriz.
Pozitivizmin ve ulusçuluğun yükselişe geçtiği bir dönemde ‘’Seküler Toplum- Laik Devlet’’ temelleri üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti, günümüzde niçin ‘’Dinciliğin’’ kıskacı altındadır?
Cumhuriyet kadrolarının ‘’Din’’ ile olan ilişkisi, dinin toplumsal ve siyasal hayatı şekillendiren, bireylerin düşünsel dünyasını doğrudan etkileyen bir değerler kümesi olmaktan ziyade, kişi ile Tanrı arasındaki ilişkiyi düzenleyen, modern hukuk normlarıyla çelişmediği noktalarda ise adeta bir otokontrol mekanizması olarak varlık gösteren değer olarak kabul etmeleri üzerine kurulmuştur. Bu anlayış, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi devlet felsefesi olarak değil, Fransız Devrimi’nden ve Batı’daki toplumsal düşünce akımlarından etkilenen diğer coğrafyalarda da geçerli bir prensip olarak kendini göstermiştir.
Aydınlanmacı ulusal politikaları kısa vadede hızlı bir biçimde hayata geçirmeye, toplumu bu yeni devlet ve toplum yapısına adapte etmeye odaklanmış Genç Cumhuriyet, belirli aralıklarla gerici isyanlara muhatap olsa da yönetmeye hatta şekillendirmeye çalıştığı toplumun kültürel kodlarını doğru analiz etmeye vakit ayıramadığından, sosyolojik verileri bilimsel yöntemlerle ele almak yerine, tepeden inmeci anlayışla (belki zaman zaman sert tedbirler almak durumunda kalarak) işlettiği sürecin sonunda, büyük bölümü İngiltere güdümlü tarikat ve cemaatlerin zaman içinde güçlenerek bürokrasiyi, sermayeyi, akademiyi ve neredeyse devletin tüm kademelerini topyekûn bir kadrolaşma hareketiyle ele geçirmeleri kaçınılmaz olmuştur.
Atatürk’ün fikir dünyası ve siyasi dehası, içinde yaşadığı dönemin hatta günümüzün ender rastlanır örnekleri arasında yer alsa da imparatorluğun külleri üzerinde yeni devleti kurarken çevresinde şekillenen kadroların çoğunlukla vasat ve düşük profilli kimselerden meydana gelmesi, aydınlanmacı politikaların Anadolu’nun her noktasında istenilen ölçüde benimsenmesi noktasında engel teşkil etmiştir. Bunun sebebi, devletin kolektif bir organizasyon olma işlevinin sadece ortak akıl ile hayata geçirilebilmesi ve devlete dair alınan aksiyonların tek kişi üzerinden gerçekleşmesi sonunda ortaya çıkabilecek sorunların uzun vadede ulaşılmak istenen hedefin aksi yönünde sonuçlar üretme ihtimalinin fazla olmasıdır.
Cumhuriyetin aydınlanmacı politikalarına karşı direnç gösteren ve bu direncin kaynağını ‘’Din’’ referansına dayandıran zümrenin, her türden finansal, siyasi ve ticari aracı türlü yöntemlerle (bu yöntemlerin ilki ve en önemlisi din istismarıdır) ele geçirmesi sonucu ortaya çıkan tabloda, sekülerizm ile dindarlık arasına sıkışmış, dinin özellikle toplumsal, ticari ve siyasi ahlakla ilgili değerlerini göz ardı eden, dindarlığı sadece ritüele, her sokak başında bir cami inşaatına ve sosyal hayatta aidiyet oluşturacak türden bir şekilciliğe indirgeyen, haksızlığı, hukuksuzluğu ve hatta yolsuzluğu dahi dini bir vecibe olarak kabul eden, kendi mahallesinden olmayana yaşam hakkı tanımayan, her fırsatta Cumhuriyet’e ve Atatürk’e açıktan veya üzeri kapalı olarak kin kusan, evrensel insani değerlere, ortak aklın kazanımlarına alenen savaş açan kimselerin egemenliği, meşruiyetini toplumun cehaletine ve kutsadığı sefaletine dayandırmaktadır. Bu dünyada yoksulluğu artı bir değer olarak gören (Hint ve Uzak Asya inanç sistemlerinde olduğu gibi) ve efendilerinin lüksünü itibar kabul eden çoğunluğun, demokratik araçları kullanmak suretiyle günden güne güçleniyor olması, Türkiye’de ‘’Yeni bir İslam anlayışının’’ hâkim olduğunun en büyük emaresidir. Bu İslam anlayışı, nadir rastlansa da iyi olan ne varsa hikmeti kendinde gören, insan eliyle işlenen her türden zulmü ise Tanrı’dan gelen bir emir hatta kader olarak dikte eden, çarpık bir İslam anlayışıdır. Dünya haritasını önünüze açıp baktığınızda da göreceğiniz gibi, bu anlayışın hâkim olduğu hiçbir coğrafyada, insani değerlerden de, toplumsa refahtan da, Tanrısallıktan da eser yoktur. Dinciliğin elinde ‘’Din’’ asli fonksiyonundan ve orijininden uzaklaşarak, toplumları tek tipleştirmenin, sömürmenin ve yönetmenin aparatı haline gelmiştir.
Dincilik ile Dindarlık arasındaki mesafenin günden güne daralması, Türkiye’yi geri dönüşü olmayan bir felakete doğru sürüklemektedir. Umulur ki tohumlarını yüzyıllar önce Horasan’dan gelen yüksek ruhların serptiği ‘’Anadolu İrfanı’’ tez zamanda yeniden tecelli eder ve dinci talan düzeninin karşısında sarsılmaz bir set gibi yükselir.
YİĞİT KALCI – Siyaset Bilimci