Vesayetçi otoriterlik, diktatörlük…
Mahmut ÜSTÜN yazdı:
Levent Köker’in yazısı üzerine notlar-3
Gelelim vesayetçi demokrasi tanımlamasına… Köker, vesayetçi demokrasi tanımına da karşı çıkıyor. Makelesinde, “vesayetçi demokrasi” aslında yanlış bir nitelendirme olmaktadır. “Vesayetçi demokrasi” denilen rejim de, aslında demokrasi değil, bir tür otoriterliktir” demektedir. Köker’e göre vesayetçi demokrasi tanımlaması bir tür oksimorondur. Zira vesayet bir otoriterlik işaretidir ve otoriterlik de diktatörlük demektir. Köker’e göre bu nedenle “vesayetçi demokrasi” tabirindeki demokrasi terimi, olan bir durumu değil, olsa olsa gelecekte erişilmesi gereken bir hedefi anlatmaktadır.
Benim bu noktadaki sorularım ise şunlar: gerçekten vesayetçi olmayan ya da diktatörlük nosyonunu temel bir özellik olarak barındırmayan bir Anayasa ve siyasal rejim var mıdır? Olabilir mi? En demokratik özelliklere sahip bir Anayasa bile neticede devlet ili ilgili bir kurallar dizisinin ifadesidir. “Toplumsal sözleşme” teorileri gerçek bir tarihsel vakayı tanımlamadığına ve bir varsayıma dayandığına göre, en demokratik anayasa bile sistem içindeki başat güçlerin iktidarını teminat almayı öncelemez mi? Yani eni sonu bir uzlaşmadan ziyade bir dayatmanın mahsulü değiller midir? Yine eni sonu toplumun başat unsurlarının kendi özsel çıkarlarını dayatmasını ve garanti altına almasını içeren anayasalar, tabiatları gereği otoriterlik veya diktatörlük içermezler mi?
Köker, makalesinde diktatörlük kavramı üzerinde de genişçe duruyor. Diktatörlük ile ilgili yaygın biçimde kullanılan “yasa ve kural tanımayan keyfi yönetim” biçimindeki tanımlamanın açıklayıcı değeri konusunda olumsuz bir yargıya sahip olan Köker, okura diktatörlük ile ilgili literatürde epeyce uzun süredir son derece kapsamlı ve ayrıntılı analizler, kavramlaştırmalar yapıldığını hatırlatarak bu literatürün çıktılarından yararlanmayan bir diktatörlük tanımının açıklayıcı olamayacağı uyarısını yapıyor. Ardı sıra makalede C.Simith’in anayasal diktatörlük ve egemen diktatörlük ayrımına, Fraenkel’in ikili devlet ve Arato’nun ikici devlet kavramlaşmasına bolca atıfta bulunuyor. Doğrusu ben bu kavramların bırakalım diktatörlüğün “yasa ve kural tanımaz keyfi yönetim” olması gibi son derece kısa, özlü ve bence son derece açıklayıcı tanımının yetersizliğini göstermeyi aksine diktatörlük kavramının açıklayıcı değerini, özsel yanlarını kararttığı düşüncesindeyim. Elbette bu kavramlar diktatörlüğün belirli tarihsel koşullarda aldığı özgül biçimleri anlamamıza yardımcı olabilirler. Ama diktatörlük tanımının yukarıdaki temel tanımının yerine geçerek değil onu tamamlayarak. Fakat tersi düşünüldüğünde ortaya Köker’in şu değerlendirmesi gibi tuhaflıklar çıkabiliyor: “…otoriter rejimler bir tür diktatörlük rejimleridir. Bu bakımdan, herhangi bir siyasî sistem, genel ve eşit oya dayalı seçimler, siyasî partiler, yasama-yürütme-yargı organları arasında farklı anayasa normlarına dayanan bir kurumlaşmanın varlığı ve hatta yasama ve yürütmenin yargısal denetimi gibi unsurların mevcut olmasına rağmen, demokratik değil otoriter olabilir ki, otoriter olması durumunda da içinde mutlaka bir “diktatörlük” barındırmaktadır.” Oysa Köker yukarıda aktardığımız ve fakat kendisinin yetersiz bulduğu tanım üzerinden ve o tanımın içeriğinde var olan “devletin özü ve biçimi olarak diktatörlük” ayrımından yola çıksa bence diktatörlük sonusalını daha doğru yerinden yakalayabilirdi. Daha da önemlisi bu yolu seçtiğinde “vesayetçi demokrasi” ile ilgili tartışmaları da başka bir mecraya akmak durumunda kalırdı.
Yukarıda sorduğum soruların bendeki cevabı her devletin ve dolayısıyla bu devletin bekasını güvenceye almayı temel alan anayasaların özü itibariyle bir diktatörlük içerdiğidir. Dolayısıyla her devlet ve anayasa da özü itibariyle demokrasi ile bu beka kaygısı arasındaki -ama ikinciyi önceleyen- bir dengeyi tanımlar. Bu dengenin aşılmaması bu anayasının arkasındaki vesayetçi organlarla garanti altına alınmaya çalışılır. Bu anlamda vesayetçiligi öne çıkan ya da daha örtük kalan Anayasal sistemler vardır ama vesayetçi olmayan bir Anayasal düzen yoktur ve doğası gereği olamaz. Köker, “vesayetçi demokrasi olmaz, vesayetçi otoriterlik olur, otoriterlik de diktatörlük demektir” derken hem haklıdır hem de haksız. Zira yineleyecek olursam özü itibariyle bütün devlet örgütlenmeleri vesayetçidir ve diktatörlüktür.
Ama biçim olarak bu vesayetin çok daha görünür halde olduğu devletler ve dönemler vardır. Vesayetin görünür açıklıkta olduğu rejimleri diktatörlük olarak niteliyorsak, vesayetin sosyal ve siyasal hayatta daha az görünür olduğu devletleri demokrasi olarak niteliyoruz. Buradaki tanımı ise devletin biçimi ile ilgilidir. Eni sonu demokrasi dediğimiz de soft bir diktatörlük değil midir? Öyledir ama bu böyle diye bu softluk ya da hardlık durumu bir teferruat değil son derece önemli bir farklılıktır. Sistemin biçim olarak demokratik ya da diktatörlük tanımlamasını belirleyecek önemde bir farklılık…
Netice olarak demokratik ya da otoriter tüm devletler vasilik yapan bir çekirdeğe sahiptir. Bu çekirdek genel kural olarak sermaye, ordu ve yargı başta sivil bürokrasi üçlüsünden oluşur. En gelişkin demokrasilerde bile bu gerçek bakidir. ABD’de bugün derin devlet söylemli tartışma ve analizlerle sıkça karşılaşıyor olmamız bu gerçeğin en somut ifadesidir aslında.
Fraenkel’in ikili devlet kavramı olağan bütün anayasal sistemlerin halidir aslında, Arato’nun ikici devleti ise egemen blok içindeki çatlakların net bir irade çatışması şekline dönüştüğü dönemin ifadesi olarak anlam taşıyabilir. Türkiye’deki siyasal rejimin ikili nitelikten ikici niteliğe doğru sapmaların olduğu doğru ama bunun hem kesin bir hal almadığı ve eyle gözüküyor ki almasının imkânsız olmasa bile hayli zor olması bir yana aynı eğilim Türkiye ile sınırlı olmaktan ziyade daha yaygın bir eğilim. Bu durumui kapitalizmin, daha özelde de liberal demokrasinin eski kurumlarında ciddi aşınmalar ve çatlamalar yaşanması ve fakat yerine de konulacak hiçbir seçeneğin olmaması anlamında bir kaotik moment ve tam da bu anlamda neo faşizme yöneliş momenti olarak tanımlanması mümkün gözüküyor.
Köker şöyle diyor:
“…aşırı merkeziyetçilik ile özdeş kabul edilen “üniter devlet” saplantısı, bir yönüyle “seçimli parlamenter hükümet”, ama diğer yönüyle kurulu düzeni muhafaza” ile görevlendirilmiş “bekçilik” düzeni niteliğindeki yapı… Bunların yeniden canlandırılması, Türkiye’yi … daha demokratik bir rejime doğru ilerletemeyecektir.”
Buradaki “daha demokratik” sözcüğünün yarattığı sıkıntıyı geçerek şöyle söyleyebilirim. Yukarıdaki tanımlamadaki durumun kendi başına demokratik bir durumu tanımladığını iddia etmek ne kadar olanaksızsa yine kendi başına sırf vesayetçi diye demokratik olmayan bir durumu tanımladığını iddia etmek ise o kadar olanaksızdır. Yukarıdaki özelliklere sahip diye 61 Anayasası ile 82 Anayasasını demokratiklik ve diktatörlük açısından eşitlemek somut gerçekliğin kabul edeceği bir iddia olmaz. 61 Anayasasını ideal demokratik anayasa kıstası üzerinden demokratiklik açısından eleştirebilirsiniz ama 82 Anayasası asgari demokratik koşullar üzerinden değerlendirildiğinde bile diktatörlük yanı öne çıkan bir anayasadır. Köker için bu önemsiz bir durum mudur bilmiyorum ama biz fani insanlar aradaki bu farkın idrakine kan kusturula kusturula vardık…
Süreklilik ve kopuş ya da tüm tarih aynı torbaya…Köker’in restorasyon riski uyarısı 2017 öncesi ya da 12 Eylül Anayasası ile sınırlı olmayıp bütün bir Cumhuriyet dönemini kapsar nitelikte gözükmektedir. Bu uyarının böylesine geniş bir zaman aralığını kapsamasında en genel planda ilkesel bir doğruluk vardır. Fakat bu ilkesel doğruluğa karşın bu yaklaşımın hemen yukarıda aktardığım yaklaşımlar temelinde hem teorik ve hem de pratik politika açısından oldukça sorunlu olduğunu düşünüyorum. Zira soruna salt ya da temelde otoriterlik-demokrasi ikilemi üzerinden bakıldığında tam tersi bir sonuçla demokrasi ve otoriterlik ilişkisi bakılından süreklilik ve kopuş momentlerini ve bunların anlam ve potansiyellerini görmek de olanaksızlaşmaktadır. Salt ve/ya esasta bütün bir cumhuriyet tarihini katı bir süreklilik ilişkisi üzerinden okumak teorik bakımdan ciddi manada sorunlu gözükmektedir. Ele aldığımız makalenin amacı bakımından yani makalenin güncel siyasete ilişkin bir tutum önermesi bakımından olaya baktığımızda ise makalenin müdahil olunması icap eden güncel özgül siyasi momentlere iddiasının tersine kör kalmasına yol açtığı görülmektedir; Restorasyon riski uyarısının eyleyici ve önleyici bir siyasal pratiğe rehber olabilmesi aksine süreklilik içindeki bu kopuş momentlerinin doğru saptanması ve sarih biçimde gösterilebilmesiyle olanaklıdır.
Çok partili hayata geçiş, 27 Mayıs darbesi, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri, AKP iktidarı ve 2017 Anayasa referandumu Cumhuriyet tarihinde pek çok faktörün yanısıra elbette, otoriterlik-demokrasi ikilemi açısından da önemli sonuçları olan süreklik içindeki kopuş anlarıdır. 12 Mart ile başlayan 12 Eylül ile tamamlanan 2017 Anayasa referandumu ile ise hem doruğuna çıkan ve fakat hem de kontrolsüz hale gelen süreç bugünü şekillendiren bir kopuş momenti olduğu gibi iç tutarlılığı olan ayrı bir süreklilik dönemidir de. Tüm bunların içerisinde ise 2017 Anayasa referandumu bugünkü “başkancı rejim”in inşası bakımından özel önemde bir milattır. Önemli bir tarihsel kırılma anıdır. Zira Murat Sevinç’in “Biz hep haklıydık ve ne yazık ki anayasalar kötüydü” başlıklı makalesinde son derece isabetli ve kuvvetli ifadesiyle 2017 Anayasa referandumu 1909’dan bugüne Türkiye’de var olan parlamenter sistemin çöp ilan edildiği bir tarihtir. Dikkat edilsin “kusurlu” parlamenter demokrasinin değil! Yine Sevinç’e atıfla 12 Mart’ta tırpanlanan, eksikli de olsa var olan parlamenter demokrasinin çöpe atılma tarihini ise 12 Eylül Anayasası ile milatlandırmak yanlış olmayacaktır…
Ez cümle; 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri ile AKP iktidarı ve 2017 Anayasa referandumu arasında bir devamlılık vardır ve fakat 2017 referandumu kendinden önceki bütün bu süreçlerin kapsanarak aşılması yönünde yeni ve kritik bir kopuş denemesidir de… Bu deneme başarılı olursa (ki bence zayıf bir ihtimaldir) 2017 sonrası artık yeni bir dönemin başlangıç miladı olarak anılacaktır.
Faşizm, “Başkancı Rejim” ve Sultanizm, Köker’in makalesinde daha önce de aktardığımız gibi dünyadaki genel gidişatı neo liberal otoriterlikten neo faşizme doğru olduğu saptaması yer alıyor ama Türkiye’nin hâlihazırdaki rejiminin faşizm ile bağlantısı hakkında herhangi bir açık saptama ya da tanımlama yapılmıyor. Türkiye tahlilinde bu gelişmeye hiç açıktan atıfta bulunmayarak bu tanımının Türkiye’yi tam kapsamadığı, Türkiye’nin problemin farklı olduğu gibi bir pozisyonda durduğu izlenimi veriyor. Bunu saptadıktan sonra bir soruyla devam etmek istiyorum. Niye faşizm, ön faşizm, neo faşizm vb. kavramları ortada dururken popülizm, rekabetçi otoriterlik, Bonapartizm, Sezarizm, başkancı sistem, Erdoğanizm, sultancılık vb. gibi yeni kavramlaştırma ihtiyaç duyuluyor?
Yukarıdaki sorularımızın yanıtlarından biri akademi aleminin özgün olma kaygısıyla her durumu yeni bir kavramla karşılama konusundaki hevesi… Özellikle artan otoriterleşme koşulları altında gerçeği anlama ve açıklama kaygısıyla değil de özgün alma kaygısıyla yapılan bu tür kavramlaştırma denemeleri en azından sorumsuzluk… Bunu bu kadarla geçelim… Fakat meselenin bir diğer önemli boyutu da var: Köker’in bu boyutu iyi analiz ettiğini ama analizini derinleştirmediğini yukarıda belirtmiştim. Bu kavramların büyük çoğunluğu statükoyu yani liberal demokrasiyi ya da aynı anlama gelmek üzere neo liberal otoriterliği meşrulaştırmak ve tek seçenek olarak göstermek gibi bir siyasal ajandayla yüklüler. Yalnızca bu da değil, tüm alanlarda krize girmiş sistemin karşısında seçenek olarak çıkan ya da çıkabilecek olan sosyalist ya da halkçı seçenekleri popülizm vb. kavramıyla faşizan hareketlerle aynı torba içine tıkıştırarak, tehlikeli sıfatıyla yaftalayarak itibarsızlaştırmak ve son olarak da faşizmi masumlaştırarak yedek bir seçenek olarak gündemde tutmak….
“Başkancı rejim” kavramının -Köker’in niyetinden bağımsız olarak- bu özelliklerden ne kadar azade olduğunu da sorgulamamız gerekmektedir. Köker “başkancı rejim” ile daha önceki dönemler arasında esaslı bir fark olmadığını aralarında kopuş değil süreklilik ilişkisinin baskın olduğunu söyleyerek ve restorasyon tehlikesini tüm cumhuriyet tarihine teşmil ediyor. Fakat böyle yaparak çok kapsamlı ve radikal bir değişiklik önerir gözükürken aynı zamanda “başkancı rejim”in yarattığı özel ve güncel tehdidi de önemsizleştirmiş olmuyor mu? Ayrıca seslendiği okur kitlesinde “madem ki aralarında esaslı bir fark yok varsın ‘başkancı rejim’ yerinde dursun” gibi statükocu bir düşünceyi beslemiş olmuyor mu? İkincisi, “başkancı rejimi” ile liberal demokrasi ya da neo liberal otoriterlik arasındaki nedensellik ilişkisini karanlıkta bırakmak makalesindeki temel amacın aksine “başkancı rejim”den neo liberal otoriterliğe doğru restorasyonu makulleştirmiş olmuyor mu?
Benim kişisel görüşüm ise yaşadığımız sürecin bir ön faşizm olduğudur. Ve bana kalırsa diğer kavramlaştırmalar ancak bugün yaşadığımız ön faşizmin belli özgünlüklerine yapılan göndermeler, benzetmeler vb. olarak kullanılırsa tüm bu kusurlara yol açmayacağıdır. Ve yine benim kişisel görüşüm bugünkü ön faşizmin taşıdığı tarihsel ve siyasal özgünlüğü ne Bonapartizm, ne Sezarizm (anayasal diktatörlük), ne popülizm, ne rekabetçi otoriterlik, ne Erdoğanizm ve ne de başkancı rejim kavramlarıyla karşılamanın pek de mümkün olmadığıdır. Bugünkü ön faşizmin siyasal ve ideolojik özgüllüğünü bize en iyi gösteren kavram Abdülhamit döneminin anayasal sistemine atıfla kullanılacak olan Sultanizm kavramıdır. Başkancı rejim daha çok modern anayasa geleneğinden kendi içinde sapmayı çağrıştırırken “Sultanizm” bugünkü ön faşizminin yalnızca demokrasiyle değil, laiklikle, cumhuriyetle, yurttaş kimliğiyle ve bizatihi anayasal ve parlamenter sistemin kendisiyle hesaplaşma yaşayan yanlarını daha net ve bütünsel olarak göstermektedir. Ve bu tanımlama farkının Köker’in dile getirdiği restorasyon riski tartışması açısından da bir anlamı vardır.
Yazımızın yarınki son bölümünde Köker’in makalesindeki ve özetle nasıl bir AKP sonrası tahayyül ediyoruz ve bu konuda alınması gereken politik pozisyon ne olmalı sorusuna kendi cephemizden yanıt vermeye çalışacağız.
Devam edecek…