SEÇİMİ TARTIŞMADAN DEĞİŞİM OLUR MU? (3)

Daha önce bu köşede iki bölümü yayımlanan bu yazı serimizin 2. bölümünün son paragrafında, özelde CHP’nin, genelde ise muhalefetin tamamının eksiklikleri ile çözüm önerilerine dair yazı serimizin devam edeceğini belirtmiştim.
Bir önceki bölümde muhalefetin ana gövdesini oluşturan Millet İttifakı’nın başını çeken CHP’nin, iktidar blokunun başta HDP olmak üzere Türkiye’nin sol sosyalist muhalefeti ile buluşmasının önünü kesmek için kullandığı, “Terörle iş birliği yapıyorlar” söylemini, ittifak ortağı İYİ Parti’nin de katkısı ile aşamadığını belirtmiştim. Yine aynı yazıda iktidar blokunun tek hedefinin bu iş birliğini engellemek suretiyle seçim kazanmak olduğunu vurgulamıştım. Maalesef muhalefetin sağdan oy alma hesabından dolayı HDP ile sol sosyalist partilerle arasına mesafe koyması iktidarın bu argümanına haklılık kazandırdı. Millet İttifakı’nın bu tutumuna karşın, HDP ile sol muhalefetin diğer bileşenleri Cumhurbaşkanı adayı çıkarmayarak Milet İttifakı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekleme kararı aldılar. Muhalefetin bu kanadı milletvekili seçimlerine iki ayrı blok halinde girmesine rağmen, iktidar bloku bu desteği siyasi rekabet kurallarının dışına çıkarak alabildiğine kullandı. Nitekim bizzat Cumhurbaşkanı’nın bir televizyon programında, “Ama montaj, ama şu bu, bir video var.” diyerek montaj olduğunu itiraf ettiği video ile muhalefet adına bastırılmış el ilanları ve broşürlerle, muhalefetin Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu ve bir bütün olarak Millet İttifakı hatta oy verecek olan seçmenler terörle iş birliği içinde gösterildiler. Ne yazık ki, muhalefet bu propagandayı boşa çıkaracak argümanlar geliştirme hususunda ciddi bir handikap yaşadı ve “Biz HDP ile birlikte değiliz” demek suretiyle bu propagandanın HDP’nin terörle iş birliği içinde olduğunu göstermek olan amacına meşruluk kazandırmış oldu. Halbuki önceki bölümde de vurguladığım gibi, HDP anayasa ve siyasi partiler kanuna göre kurulmuş olup, yine bunların belirlediği sınırlar dahilinde siyaset yapan bir partidir. O zaman muhalefetin yapması gereken, iş birliğini inkâra başvurmak yerine, bu desteğe sahip çıkmak ve iktidar blokunun siyaseti kirleten bu propagandasını boşa çıkarmak olmalıydı. Kuşku yok ki, bu aynı zamanda toplumu cesaretlendirecek ve iktidarın ayrıştırma politikasını boşa çıkaracaktı.
Öte yandan yazının önceki bölümlerinde altını çizdiğim gibi, muhalefetin demokrasiyi sandığa indirgeyecek şekilde sokaktan çekilmesi ve sokağı kullanmak isteyen toplumsal muhalefet bileşenlerine sokaktan çekilmeleri yönünde telkinde bulunması, iktidarı rahatlatan bir başka taktiksel hataydı.
Üzerinde durulması gereken bir diğer husus ise; sonradan Altılı Masa olarak anılmaya başlanan Millet İttifakı’nın, ilk günden itibaren mevcut tek adam yönetiminin alternatifi olarak demokratik parlamenter sisteme dönüleceği vaadine sarılmasıydı. Kuşkusuz bu vaat önemli bir vaat olmakla birlikte, çok uzun süre bunun nasıl olacağının tartışılması, zaman zaman gerilimler yaşanması, bir yandan zaman kaybına yol açarken diğer yandan dönülecek demokratik parlamenter sistemin eskinin devam olacağına dair toplumda güçlü bir algı oluşmasına yol açtı. Kuşkusuz bu durum, bu önemli vaadin cazibe kaybetmesine ve önemsizleşmesine yol açtı. Bunun yanı sıra, ortak mutabakat metninin Kürt sorunun çözümü, laiklik, gelir adaletsizliğini giderecek tedbirler, neoliberal sistemin yerine karma ekonomik modelin güçlendirilip güçlendirilmeyeceği, sermaye hakimiyetine dayanan serbest piyasanın sınırlandırılıp sınırlandırılmayacağı, gelirin adil paylaşımını sağlama aracı olan emeğin örgütlenmesinin, toplu pazarlık, grev ve gösteri haklarını kullanmasının önünün açılıp açılmayacağı gibi birçok konuda muğlaklık söz konusuydu.
Demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi konularda eskiyi aşan çağdaş bir demokratik parlamenter sistem vaadi güçlü bir şekilde vurgulanmazken, masanın dağınık görüntüsü giderilemedi. Zira adayın kim olacağı konusunda, başta CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile CHP sözcüleri masanın belirleyici olacağının altını çizerken, İYİ Parti Genel Başkanı ile parti sözcüleri, “Kazanacak aday” söylemi ile Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçilecek aday olmadığı imasında bulunuyor ve önünü kesmeye çalışıyorlardı. Zira aynı süreçte kamuoyu araştırma şirketleri, İYİ Parti’nin kafasındaki isimler olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ile Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’tan birinin aday olması durumunda muhalefetin seçimi daha kolay kazanacağına dair anket sonuçları yayınlıyorlardı. Kuşku yok ki bu kamuoyu araştırmaları, Akşener’in elini güçlendirdi. İlginçtir aynı süreçte İYİ Parti’nin oy oranında bir sıçrama olduğuna dair sonuçlarda kamuoyuna sunulmaya başlandı. Tüm bunların ne kadarı doğruydu, ne kadarı iktidarın yönlendirmesiyle yayınlanıyordu kestirmek mümkün olmasa da, bugün dönüp bakıldığında bu anketlerin gerçekleri yansıtmadığı çok açık görülüyor. Kuşkusuz özellikle İYİ Parti öncülüğünde, adayın iki büyükşehir belediye başkanından biri olması yönünde yürütülen propaganda, masanın doğal adayı, muhalefetin masa dışındaki bileşenlerinin desteğini alacağı da bilinen Kemal Kılıçdaroğlu’nu yıprattı. Elbette burada üzerinde durulması gereken bir başka husus ise; iki belediye başkanının ayrı ayrı, “Adayımız partimizin genel başkanıdır” demek yerine, masa aday ol derse olurum demek suretiyle topu masaya atmaları ve kapıyı sürekli açık tutmalarıdır. Zira iki başkanın aday olma isteklerinin devam etmesi, Kılıçdaroğlu karşıtı cepheyi cesaretlendirdi ve süreci Meral Akşener’in masadan kalkmasına kadar götürdü. Ne yazık ki Akşener masadan kalkıp masayı kumar masası olarak nitelendirdiğinde masa büyük bir yara aldı.
Kuşkusuz Akşener ile partisi bu hareketle bir taşla birkaç kuş vurmayı hedeflemişlerdi. Ancak durum bekledikleri gibi gelişmedi. Nitekim masadan kalktıktan sonra iki belediye başkanına, “Millet sizi göreve çağırıyor” diyerek onlardan birinin adaylığını açıklamasını isteyen Akşener’in amacı CHP içinde tartışma başlatmaktı. Ancak bunda muvaffak olamadığı gibi kendi partisi tabanından ciddi bir tepkiyle karşılaştı. Akşener ile partisinin yüksek beklentiye girdikleri bu hesapsız hamlenin muhalefet cephesinde açtığı derin yara, Akşener’in masaya dönme şartı olarak iki belediye başkanının cumhurbaşkanı yardımcısı adayı ilan edilmesi yönündeki önerisi ile yapmaya çalıştığı pansumanla da kapanmadı. Kuşkusuz bu masadan kalkış ve iki belediye başkanının cumhurbaşkanı yardımcısı adayı yapılması, iktidarın baştan beri bunlar anlaşamazlar, ülkeyi nasıl yönetecekler yönünde yürüttüğü propagandayı güçlendirdi ve toplumu derinden etkiledi. Tüm bunların üstüne yaşanan ekonomik kriz ile depremin yol açtığı yaraların kısa sürede sarılması zorunluluğunun yol açtığı kaygı da eklenince iktidar seçimleri kazandı.
Elbette iktidarın seçim kaybetmemesinin tek nedeni bu değildi. Süreçte birçok taktik hata yapıldı. Bence muhalefetin bir bütün olarak seçimi birinci turda bitirmeye odaklanması ve her partinin kendi adayını çıkarmaması en önemli hataydı. Bugün dönüp bakıldığında, özellikle muhafazakâr seçmenin CHP’ye bakışından dolayı masanın demokratik parlamenter sisteme dönüş vaadini ortaya koyduktan sonra, her partinin kendi adayı ile seçime girmesi daha doğru olurdu. Zira böylece AKP’ye ve Recep Tayyip Erdoğan’a oy verme konusunda ikircikli olan seçmenin yönelebileceği aday veya adaylar etrafında konsolide olması sağlanacaktı. Böylece Cumhurbaşkanı’nın oy oranının %49,6 seviyesine çıkması engellenmiş olacak ve muhalefet ikinci turda bloklaşmış olarak tek adaya yönelecekti.
Öte yandan HDP ile bileşenlerinin birinci turda kendi adayları ile seçime girmeleri, kendi seçmenini sandığa çekecek ve ikinci tur için motive edecekti. Bu anlamda Selahattin Demirtaş’ın aday olma teklifinde bulunması taktiksel olarak doğru bir tekliftir. Bence Selahattin Demirtaş önemli bir isim olmakla birlikte, adayın kim olacağından ziyade parti seçmenine bir alternatif sunulması, ikinci turda bloke olmuş seçmeni sandığa taşınmasında ve Cumhurbaşkanı’nın karşısındaki adaya oy vermesinde kolaylık sağlayacaktı. Ancak yapılan açıklamalar, HDP’nin de seçimin birinci turda bitmesine odaklandığını gösteriyor. Tüm bunlar, olağan demokratik ortam için doğru taktikler olabilir. Ancak Türkiye gibi yerine göre anayasa ve yasaları tanımamakta bile sakınca görmeyen iktidarın yönettiği, demokrasinin kırıntısının bile kalmadığı bir ülke için geçerliliği olmayan taktiksel hatalardır.
Buraya kadar yazdıklarımda altını çizmeye çalıştığım birçok taktiksel hatanın yanı sıra, seçim kampanyasının cemaatlerle buluşma, helalleşmeler, sözde geçmişteki kusurlardan özür dileme, özellikle milliyetçi söylemlere oturtulması, toplumun canını yakan iktidar uygulamalarını gözden kaçırdı. Halbuki bu seçimlerin propagandasının odağında, 21 yıldır ülkeyi yöneten ve özellikle tek adam yönetimine geçilen 2018 seçimlerinden bu yana gıda, kira, ulaşım, enerji ve giyim başta olmak üzere, temel ihtiyaç ürünleri fiyatlarında meydana gelen olağanüstü artışlar ile gelir dağılımındaki adaletsizlik, ücretli kesimlerin gelir kaybının yol açtığı hayat pahalılığının ortadan kaldırılmasına dair yapılacaklar olmalıydı.
Tüm bu eksiklikler ile yapılacaklara dair önermeleri içeren yazının bir sonraki bölümünde buluşuncaya kadar hoşça kalın.