SOSYAL GÜVENLİK SİSTEMİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ, DÜNÜ VE BUGÜNÜ (8)

Bu yazı serisinin bir önceki bölümünde, AKP iktidarının 2008 yılında uygulamaya koyduğu sözde sosyal güvenlik reformunun, emekli aylıklarının aşağı çekilmesine dair düzenlemelerine değinmiş ve bunun sonucu, 2002 yılında asgari ücretin %32 üzerinde olan ortalama emekli aylığının bugün %8 altına gerilediğini, böylece emekli aylıklarının asgari ücret karşısında %40 gerilediğini belirtmişim. Elbette sözüm ona “reform” emeklileri sadece aylık yönünden mağdur etmedi. Zira büyük çoğunluğu ilerlemiş yaşından dolayı kronik hastalıklarla boğuşan emeklilerin her birinin, sayfalarca anlatmayla bitmeyecek birçok sağlık sorunun yanı sıra sosyal ve psikolojik sorunları vardır. Yine aynı yazıda sağlık alanında kayıpta olanların sadece emekliler olmadığını, adına “reform” denen sermaye programının yürürlüğe girmesiyle, bir bütün olarak ülke insanının sağlık hakkı kayıpları yaşadığını ve bunları bir dahaki bölümde işlemeye devam edeceğimi belirtmiştim.
Evet, 19 yıldır iktidarda olan AKP’nin övündüğü icraatlarının başında, sağlıkta dönüşüm programı ve bu programın önemli bir ayağı olan şehir hastaneleri projesi gelmektedir. Nitekim iktidarın başında bulunan partili Cumhurbaşkanı, ağızını her açtığında, eski sağlık sistemini, özellikle anayasanın değişmez temel niteliklerinden sosyal devletin hayata geçirilmesinin en önemli aracı Sosyal Güvenlik Sistemi’ni ve onun motoru niteliğindeki Sosyal Sigortalar Kurumu’nun toplumun yarısına verdiği sağlık hizmetini hedef almaktadır. Kendi iktidarında yaptığı düzenlemelerle sosyal güvenliği hak olmaktan çıkaran, toplumun emekçi kesimlerini sağlık hakkından mahrum bırakmış olmasının yol açtığı kayıpları gizlemeye çalışan Cumhurbaşkanı, bunu 1990’lı yıllarda bir süre SSK Genel Müdürlüğü yapmış olan ana muhalefet partisi genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu, kurumu, dolayısıyla sağlık tesislerini yönetememekle ve batırmakla suçlayarak yapmaya çalışmaktadır.
Peki, sağlıkta dönüşüm programının gerçek amacı neydi? Gerçekten övünülecek bir program mıdır?
Bu soruya cevap vermeden önce, sağlık ve sosyal güvenliği temel insan haklarından biri olarak hüküm altına almış anayasa maddelerine kısaca bir göz atmakta yarar var:
Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerinin hüküm altına alındığı, Anayasa’nın 2. maddesinde; “Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, lâik, sosyal hukuk devletidir.” denmektedir. Bu madde, anayasanın değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen maddelerindendir. Bu maddeye göre; Türkiye Cumhuriyeti, vatandaşlarına sosyal güvenlik hakkı sağlamakla yükümlüdür. Anayasa’nın 56. maddesi “Devlet, herkesin hayatını beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlama; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, iş birliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler. Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimdeki sağlık ve sosyal kurumlardan yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir.” demektedir. Yine Anayasa’nın 60. maddesi; “Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar.” der.
Tüm bu düzenlemeler, devleti yurttaşlarının sağlık ve sosyal güvenlik haklarını sağlamakla yükümlü kılmaktadır.
Eski sağlık sisteminin en önemli özelliği, anayasanın bu hükümleri gereğince, mümkün olduğunca sosyal olmasıydı. Eksikleri yok muydu? Elbette vardı. Zaten hiç kimse, Türkiye’nin mükemmel bir sağlık ve sosyal güvenlik sistemine sahip olduğu iddiasında bulunmamıştı. Eski sağlık sisteminin temel kanunu olan ve 12.01.1961 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 224 sayılı, Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun’un amacında şöyle yazar:
“İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde bir hak olarak tanınan sağlık hizmetlerinden faydalanmanın sosyal adalete uygun bir şekilde ifasını sağlamak maksadıyla tababet ve tababetle ilgili hizmetler bu kanun çerçevesinde hazırlanacak bir program dahilinde sosyalleştirilecektir.”
Sağlık:
Sağlık, yalnız hastalık ve maluliyetin yokluğu olmayıp bedenen, ruhen ve sosyal bakımdan tam bir iyilik halidir.
Sağlık hizmetleri:
İnsan sağlığına zarar veren çeşitli faktörlerin yok edilmesi ve toplumun bu faktörlerin tesirinden korunması, hastaların tedavi edilmesi, bedenî ve ruhi kabiliyet ve melekeleri azalmış olanların işe alıştırılması (Rehabilitasyon) için yapılan tıbbi faaliyetler sağlık hizmetidir.
Amme (Kamu) sektörü:
Umumi ve mülhak bütçeli idarelerle hususi idareler ve belediyeler ve bunlara bağlı teşekküller, sermayesinin tamamı Devlet tarafından verilmek suretiyle kurulan iktisadi teşekküller, idare ve murakabeleri 3460 sayılı kanun hükümlerine tabi teşekkül ve müesseseler, hususi kanunlarla kurulan bankalar ve diğer teşekküller, sermayesinin yarısından fazlası Devletin veya yukarıda yazılı müesseselerin elinde bulunan teşekküller ve bunların aynı nispetle iştirakleri ile vücut bulan kurumlar âmme sektörünü teşkil ederler.
Sosyalleştirme:
Sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi vatandaşların sağlık hizmetleri için ödedikleri prim ile âmme sektörüne ait müesseselerin bütçelerinden ayrılan tahsisat karşılığı her çeşit sağlık hizmetlerinden ücretsiz veya kendisine yapılan masrafın bir kısmına iştirak suretiyle eşit şekilde faydalanmalarıdır.” Denmektedir.
Özeti; sağlık ve sosyal hizmetlerinin, insan hakkı olduğu ve T.C. Yurttaşlarının bu haklarını eşit kullanabilmeleri için, devletin gerekli tedbirleri alıp, yeterli teşkilatı kuracağı kanunla düzenlenmiştir.”
224 sayılı yasanın amaç bölümünde görüldüğü gibi, sağlık hizmetinin kim veya kimler tarafından verildiğinden ziyade, sağlık ve sosyal hizmetlerin temel bir insan hakkı olduğundan hareketle devleti, hizmetten Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının tamamının eşit yararlanabilmeleri için gerekli tedbirleri almakla ve teşkilatı kurmakla görevlendirmiştir. Buradan hizmet veren tesisinin hangi kuruma ait olduğunun bir öneminin olmadığı, sağlık tesislerinin tamamının hizmeti eşit verecek şekilde organize olmalarının sorumluluğunun devlete ait olduğu sonucu çıkmaktadır. O zaman, ülkedeki sağlık tesislerinin hizmette varsa eksikliği veya kusurunun sorumlusu tesisin bağlı olduğu kurum değil, bizzat devletin kendisidir. Yani asıl sorumlu iktidar da bulunan siyasi yapıdır. Bu özelliğinden dolayı, hizmet kusurunu kurumsal yapıya veya onu yöneten kamu personeline yüklemek, siyaseten sorumluluktan kaçmaktır.
Evet, 2002 yılında iktidar olan AKP, sağlık sisteminin toplumun tamamına eşit hizmet vermeyi amaçlayan sosyal yönünü yok etmek için özel bir çaba içinde oldu. Çünkü AKP, ulusal ve uluslararası sermaye için çok kârlı olan bu alanlara yatırım yapmalarını sağlama taahhüdüyle iktidar olmuştu. Bunu sağlamasının yolu ise, devlet eliyle yürütülen ve sosyal yönü ağır basan sağlık sistemini tasfiye etmekten geçiyordu. Zira AKP iktidar olmadan önce, özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren, IMF ve DB gibi uluslararası sermayenin finans kuruluşları ile yerli sermaye örgütü TÜSİAD, Türkiye’nin sağlık ve sosyal güvenlik uygulamalarını mercek altına alan ve bu alanların özelleştirilmesini öneren raporlar yayımlamaktaydılar.
2002 yılının Kasım ayında iktidar olan AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, yasaklı olmasından dolayı kendisi milletvekili ve Başbakan olmasa da, 2003 yılının ilk aylarında partisinin hedeflerine ilişkin yaptığı bir açıklamada, “Sağlık ve Sosyal Güvenlikte reform yapacağız, bundan sonra her vatandaş sadece T.C. kimlik numarasını göstererek her hastaneye gidebilecek.” açıklamasında bulunmuştu. Bu kulağa hoş gelen popülist söylemin altında yatan gerçek ise sağlığı piyasaya açmaktı.
Kuşkusuz bu amaca endekslenmiş iktidarın, bu amacının üstünü örtmek önemliydi. Bu nedenle iktidarın başında bulunan Cumhurbaşkanı, belirttiğim gibi ağızını her açtığında eski sağlık sistemini, özellikle anayasanın değişmez temel niteliklerinden olan sosyal devletin hayata geçirilmesinin en önemli aracı Sosyal Güvenlik Sistemini ve onun motoru niteliğindeki Sosyal Sigortalar Kurumu’nu (SSK) hedef almsktadır. SSK bünyesinde hizmet veren SSK sağlık kuruluşları, (hastane, dispanser, poliklinik ve ilaç fabrikası) üzerinden, 1990’lı yıllarda bir süre SSK Genel Müdürlüğü yapmış olan Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu, kurumu, dolayısıyla sağlık tesislerini yönetememekle, hatta batırmakla suçlaması her ne kadar, siyasi rakibine yönelik bir eleştiri olarak gözükse de adına “reform” denen dönüşümün topluma yaşattıklarına bakıldığında, bu söylemin altında yatan asıl amacın, yapılanı meşru gösterme çabası olduğu gayet açıktır.
Bu yazı serisinin bir önceki bölmünde belirttiğim gibi, bu açıklamanın hemen ardından, SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığına devri tartışılmaya başlandı. Böylece sağlıkta dönüşümün ya da sağlıkta özelleştirmenin ilk adımı için hazırlıklar başlamış oldu. Tüm hazırlıklar sonunda yapılan dönüşümün, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını sağlık ve sosyal haklarında mahrum bırakan düzenlemelerin sonuçları ile övünülen Şehir Hastanelerini işlemeye bir dahaki bölümde devam edeceğim.
Bir daha görüşünceye kadar hoşça kalın, sağlıcakla kalın!