SENDİKALARIN ORTAYA ÇIKIŞI, GELİŞİMİ VE TOPLUMSAL ROLÜ! (5)

(Yazının ilk dört bölümü için tıklayın: –Sendikaların Ortaya Çıkışı ve Toplumsal Rolü-1 / –Sendikaların Ortaya Çıkışı ve Toplumsal Rolü-2 / –Sendikaların Ortaya Çıkışı ve Toplumsal Rolü-3 / –Sendikaların Ortaya Çıkışı ve Toplumsal Rolü-4)
Bu yazı serisinin önceki bölümlerinde, Sanayi Devrimi’nin yaşanması ve kapitalist üretim biçimine geçilmesiyle birlikte, sendikaların işçilerin daha insani koşullarda, kendileri ile ailelerinin insanca yaşamalarına yetecek ücret ve sosyal haklara sahip olabilmek için ihtiyaç duydukları bir örgütlenme biçimi olarak ortaya çıktığını, zamanla ekonomik ve sosyal haklar elde etmenin yetmediğini gördüklerinde ise işçi sınıfı örgütleri olarak siyasete ağırlık koyduklarını detaylı bir şekilde açıklamaya çalıştım. Bu yazı serisinin bir önceki bölümünde ise; sendikaların ortaya çıkışı, gelişimi ve toplumsal rolü yazı serimizin, 1980’li yıllarda uygulamaya konan yeni liberal ekonomi programı sonrasının sendikacılığı ve Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne sendikacılık bölümleri ile devam edeceğini belirtmiştim.
Evet, 1929 büyük ekonomik buhranı ve ardından gelen ikinci emperyalist paylaşım savaşı (İkinci Dünya Savaşı) gibi dünyayı sarsan iki önemli olayın yol açtığı işsizlik, yoksulluk, barınamama gibi yıkıcı sonuçlar, işçi sınıfını arayışa itiyordu. Kuşkusuz bu arayışta kapitalist sistemi zorlayan en önemli etken, reel sosyalizmin alternatif sistem olarak SSCB ve Doğu Bloku ülkelerinde yürürlükte olmasıydı. Üstelik sosyalizm bununla sınırlı kalmamış, kapitalizmin merkez ekonomisi emperyalist ABD’nin burnunun dibinde Küba’da ve değişik biçimiyle Çin ile Avrupa’nın ortasında Yugoslavya, Arnavutluk gibi ülkelerde uygulamaya konmuştu. Öte yandan, başta Asya, Güney Amerika ve Kuzey Afrika ülkeleri olmak üzere, dünyanın pek çok ülkesinde sosyalizm mücadelesi yükseliyordu.
Tüm bu nedenlerle, kapitalist sistem savaşın hemen ardından kendisini sosyal yönden revize edecek tedbirler geliştirmeye başladı ve işçi sınıfını sistemin parçası haline getiren düzenlemelere gitti. Bu düzenlemeler iki yönlüydü: Bir yandan çalışma hayatına dair kararların alınıp sözleşmelerin hayata geçtiği Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) yapısını yeniden düzenleyerek, işçi sınıfı örgütleri sendikaların buradaki ağırlığını arttırdılar, diğer yandan ise evrensel hukuk normları belirlendi ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı aracılığıyla, sistemin uyacağı birtakım normları (İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve benzeri) içeren sözleşmeler kabul edilerek yürürlüğe kondu.
Elbette sistem bununla da sınırlı kalmadı. Direkt üretime yönelik tedbirler de geliştirdi ve devlet, sermaye, işçi iş birliğini sağlayan, işçileri sistemin parçası haline getiren “fordist uzlaşma” yürürlüğe kondu. Tüm bunlar, 1950’li yılların başından 1970’li yılların ortalarına kadar sendikaların üye sayısında ciddi artış sağladı. Böylece 1930’larda %30’lar seviyesinde olan sendikalaşma oranı, 1950 ve 60’larda %40-50’lere ulaştı. Bu yıllar kapitalist ekonomilerin istikrarlı olduğu, Keynesyen talep artırıcı politikaların uygulandığı refah devleti yılları olarak sendikal hareketin en güçlü yıllarıdır. Bu yıllar aynı zamanda, başta Avrupa olmak üzere, insanların yurttaşlık bilincine ulaşmaları, demokratikleşmenin genişlemesi, yukarıda belirttiğim gibi insan hak ve özgürlüklerine ilişkin temel belgelerin yürürlüğe konması, bu belgeleri imzalayan devletlere bunları uygulama zorunluluğu getirilmesi, uygulamanın uluslararası denetim mekanizmalarınca izlenebilmesi, bu mekanizmaların sözleşmelere uymayan devletler hakkında yaptırım kararları alabilmeleri açısından kapitalist devletin sosyal devlet olmasını sağlayan etkenlerdi.
Kuşkusuz tüm bu etkenlerle yükselişe geçen sendikalar, yirminci yüzyılda işçi sınıfının refah düzeyinin yükselmesinde ve toplumsal rolünün artmasında büyük başarılar elde ettiler. Zira verilen mücadele sonucu, kapitalizmin ortaya çıktığı ilk yıllarda, emeğine olan ihtiyaç dolayısıyla sistem için vazgeçilmez olsa da hep sistemin kenarında tutulmaya çalışılan işçi sınıfı, sistemin merkezine oturdu ve vahşi kapitalizmin sosyal devlete dönüşmesinde ve sermayenin keyfiliğinin sınırlandırılıp denetlenmesinde önemli bir paydaş oldu.
İkinci Dünya Savaşı sonrasından başlayarak 1970’lerin ortasına kadar süren bu dönem, patlak veren petrol krizi ve onun yol açtığı büyük ekonomik krizle sona erdi. Zira sermaye, krizden çıkış için arayışlara girdi ve neo liberal sistemi uygulamaya koydu. Böylece tartışmasız bir biçimde sendikalar lehine olan güç dengesi, yeni liberal anlayışla birlikte tersine döndü. İlk yıllarda durgunluk dönemi yaşayan sendikal hareket, 1980’lerin ortasından itibaren ciddi bir güç kaybıyla karşı karşıya kaldı. Buna yol açan en önemli neden, sendikaların sistemin uygulamaya koyduğu yeni üretim biçimi ile sermaye hareketlerine karşı koyacak hazırlığa sahip olmamalarıydı. Nitekim yeni üretim yapılanmasında, üretim baca endüstrisi hakimiyetinden çıkıyor ve büyük işletmeler parçalara bölünüyordu. Öte yandan üretim parçalar halinde sendikalaşmanın üst seviyede olduğu ve işçi ücretlerinin yükseldiği gelişmiş ülkelerden, işçiliğin ucuz olduğu, üçüncü dünya ülkelerine kaydırılıyordu. Yani globalleşen sermaye, katı ulus devlet yapılanmasının alternatifi olarak uygulamaya koyduğu yeni liberalizm ile küreselleşmenin sağladığı olanaklarla, üretimde teknolojiyi daha çok kullanarak işçiye olan bağımlılığını azaltmanın yanı sıra, ucuz emeğe ulaşabildiği pazarlara yatırım yapmak suretiyle işçi sınıfının örgütlü gücünü kırma politikası uyguluyordu.
Bu süreçte üretim ve yönetim organizasyonlarının küreselleşmeye uygun hale getirilmesi, teknolojik gelişmenin işgücünün yapısını esaslı bir şekilde değiştirmesi, sendikal hareketin buna hazır olmaması gibi birçok etken sendikaların irtifa kaybetmelerine ve siyaset üzerindeki etkinliğinin azalmasına yol açtı. Özellikle sanayileşmiş Batı ülkelerinde, toplu çalışma alanlarının yerini bireysel emeğe ulaşılan bürolar almaya başladı. Baca endüstrisinin yerini hizmet sektörü, örgütlü ve sabit gelire sahip sanayi proletaryasının yerini ise günlük veya saatlik ücret karşılığı hizmet üreten ücretli işçiler aldı.
Elbette tüm bu değişimler, esnek çalışma biçimleri ile kuralsızlığın hâkim olduğu bir işgücü piyasası geliştirdi. Böylece standardın dışına çıkan yeni çalışma biçimleri gelişti. Bunlar part-time çalışma, geçici çalışma, belirli süreli çalışma, çağrı üzerine çalışma, uzaktan tele-çalışma, eve iş getirme ve taşeron çalışma gibi, alabildiğine kuralsız, çalışanların bir araya gelmelerini imkânsız hale getiren çalışma biçimleridir. Tüm bunlar emeği parçalayan, dayanışma ve birlikte hak arama bilincini yok eden, sendikalara ihtiyacı ortadan kaldıran üretimin yeniden yapılanmasıdır.
Öte yandan yeni liberalizmin uygulamaya konduğu 1980’li yıllardan itibaren, özellikle karma ekonomik modelin uygulandığı, devletin üretim ve hizmet sektörlerinde özel sermayeyi dengeleyen partner olduğu ülkelere dayatılan özelleştirme politikaları, ulusal devletlerin, piyasaya müdahale olanağının yanı sıra istihdam sağlama olanağını da elinden aldı. Böylece bir yandan yurttaşlar, devletin ürettiği ve ucuza arz ettiği mal hizmetlerden mahrum kalırken, diğer yandan örgütlü olup, daha iyi ücret ve sosyal haklara sahip olan kamu işçileri de bu olanaklardan mahrum kaldılar.
1980’ler ile 1990’larda “Endüstri İlişkileri” kavramının yerini “İnsan Kaynakları Yönetimi” kavramı aldı. Yeni dönemde endüstri ilişkilerinin giderek sendikasızlığa kayacağı, bunun sonucu sendika engelinden kurtulan firmaların kendi içlerinde daha başarılı bir yönetim sergileyecekleri tezi öne çıktı. Zira bu sistemde, toplu pazarlığın yerini bireysel pazarlık, proletaryanın yerini ise eğitimli ve vasıflı işçilerin alacağı ileri sürüldü. Sistem ideolog ve propagandistleri, sendikalar, toplu pazarlık yoluyla işçilere kısa vadede daha yüksek ücret ve sosyal haklar elde etme olanağı sağlayıp, çalışma koşullarının iyileştirmesini sağlasalar da bunun bedelini tüm toplum uzun vadede ödemektedir tezini yüksek sesle toplumlara enjekte ettiler. Böylece herkesin kendi yeteneğini pazarladığı bireysel pazarlığın daha gerçekçi olduğu tezi sürekli işlendi. Diğer yandan işçi sınıfının artık Sanayi Devrimi’nin ilk yıllarındaki işçi sınıfı olmadığı, zira bilimsel teknolojik gelişmelerin sonucu olan bilişim çağında işçi sınıfının ortadan kalktığı, dolayısıyla, sanayi devriminin örgütleri sendikaların bilgi toplumunda varlıklarını sürdürmelerinin mümkün olmadığı ileri sürüldü.
Şüphesiz sendikaların güç kaybetmesini, sadece sermayenin geliştirdiği politikalar ile yeni çalışma biçimlerine bağlamak işin kolayına kaçmak olur. Böyle bir kolaycılık ise yanlışları cesaretle ortaya koyma ve yeniden ayağa kalkma sürecini geciktirmekten başka bir sonucu olamaz. Zira tüm bunlarda sürece hazırlıklı olmayan, 18.ve 19. yüzyılın ilk yılarındaki vahşi kapitalizmi aratan yeni liberalizmin geliştirdiği söylem ve politikalara karşı tezler geliştirip, sendikal eğitimlerle işçi sınıfını sürece hazırlayamayan sendikal hareketin de önemli payı var. Maalesef süreçte çok azı dışında sendikalar, genel anlamda işçi sınıfının hak ve menfaatleri için yapılması gereken sınıf siyasetinden uzaklaşmanın yanı sıra, siyaset üzerinde baskı kurmaktan da vazgeçtiler. Bunun yerine, ülkeyi yöneten iktidarlarla yakınlık kuran, yöneticilerinin bu ilişkilerini kullandıkları ücret sendikacılığına kaydılar. Ülkeden ülkeye değişen nedenleri olmakla birlikte, genel anlamda sendikalar süreci yönetmekte başarısız oldular.
Her şeye rağmen, son yıllarda neo liberal ideolojinin mutlak hakimiyetinin sorgulandığı bir süreç yaşanıyor. Bu olanağı kullanacak olan sendikalar, yeni gelişmeler ve gerçekler karşısında yetersiz kaldıkları bu 40 yıllık süreci masaya yatırıp kendilerini sorguladıkları ve politikaları ile yapılarını yenileyerek, sınıf örgütü kimlikleriyle ortaya çıkıp, sermayenin küreselleşmesinin karşısına işçi sınıfının küresel dayanışmasını geliştirmeyi başardıklarında yollarına devam edeceklerdir.
Yazı serimiz, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne sendikacılık tarihi şeklinde devam edecektir. Bir daha görüşünce kadar hoşça kalın, sağlıcakla kalın!