SENDİKALARIN ORTAYA ÇIKIŞI, GELİŞİMİ VE TOPLUMSAL ROLÜ! (6)

Bu yazı serisinin, dünyada sanayi devrimine paralel olarak işçi sınıfının ortaya çıkışı, işçilerin hak ve menfaatlerini korumak üzere örgütlenmeye ihtiyaç duymaları ve bu ihtiyaca cevap verecek örgütlenme biçimi olarak sendikalar kurmaları ile sendikaların tarihsel gelişimini işlediğim beşinci bölümünün son paragrafında, yazı serimizin Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne sendikacılık tarihi şeklinde devam edeceğini belirtmiştim.
Bu bölümde özellikle, Osmanlı Devleti’nin son döneminde sanayinin gelişmeye başlamasına paralel olarak imparatorluk toprakları üzerinde işçilerin yaptıkları lokal grevler ve sendikaların kurulmaya başlanması üzerinde duracağım.
Osmanlı Devleti, sanayinin geç geliştiği feodal bir toplumdu. Bu nedenle, dünya genelinde özellikle sanayi devriminin beşiği İngiltere, Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinde sendikalar 18. yüzyılın ortalarından başlayarak yaklaşık yüz yıl süren illegal mücadele sürecinin ardından, 1820’li yıllardan itibaren yasal örgütlenmeler olarak faaliyet yürütürlerken, Osmanlı Devleti’nin son dönemine kadar bu alanda ciddi bir örgütlenme ortaya çıkmadı.
Ancak genel anlamda sanayi devriminin etkilerinden ve bunun sonucu olan sanayiden söz edilmese de 1870’li yıllardan itibaren, özellikle o dönem henüz Osmanlı İmparatorluğunun hakimiyetinde olan Rumeli ve Trakya’nın yanı sıra liman kentleri olan başkent İstanbul ile İzmir, 1840’li yıllardan itibaren, gemi yapımı, tütün işleme, silah ve cephane üretim tesisleri, demiryolu yapımı ve işletilmesi ile posta işleri gibi bazı işlerde işçi çalıştırılmaya başlanan kentler olarak öne çıktılar. Önceki yıllarda bazı kaynaklarca, Osmanlı döneminde ilk işçi örgütlenmesi 1866 yılında İstanbul’da kurulan Amelperver Cemiyeti olarak gösterilse de sonraki yıllarda yapılan araştırmalar, bu cemiyetin bir işçi örgütlenmesi olmadığı hatta kurucuları arasında işçi bulunmadığı, cemiyetin yardım severlerin bir araya geldikleri bir dernek olduğunu ortaya koymuştur.
Osmanlı Devleti döneminde işçiyi koruyucu önlemler alınıp düzenlemeler yapılmadı. Zira işçiler, genel bir örgütlülüğe ulaşmak üzere ortak mücadelelerden ziyade, işyeri düzeyinde ücretlerin düşüklüğü veya geç ödenmesinin yarattığı rahatsızlıklar üzerinden gelişen lokal eylemler yapıyorlardı. Devlet ise bunların önüne geçmek için daha ziyade sermayeyi koruyarak, güya üretimin devamlılığını sağlamaya yönelik tedbirler geliştirip düzenlemeler yapıyordu.
Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu’nda gelişmiş bir sanayi ve ona paralel bir işçi sınıfı ortaya çıkmadığı halde, 1845 yılında yürürlüğe giren Polis Nizamnamesi’nde, polise işçi derneklerini kapatma ve işçi grevlerine müdahale yetkisi tanınması, İmparatorluk’un batı devletlerinde ortaya çıkmış olan işçi hareketlerinin kendi sınırları içinde ortaya çıkması olasılığına karşı tedbir almasıydı. Bu nizamnamenin polise verdiği yetkinin yol açtığı baskının da etkisiyle, Osmanlı devletinde işçi hareketleri ve grevler ancak 1870’li yıllarda ortaya çıktı. Bu yıllarda işçi grevlerini tetikleyen temel neden, Osmanlı İmparatorluğu’nun genelinde ekonomik sıkıntının baş göstermesi, işçi ücretlerinin günün koşullarını karşılamaktan uzak olması ve zamanında ödenmemesiydi. Osmanlı Devletin’de bilinen ilk grevler, 1872 yılında Beyoğlu telgrafhanesi işçilerinin yaptığı grevdir. Bunu 1872, 1873 ve 1876 yıllarında tersane işçilerinin yaptıkları grevler izledi.
Grevler 1870’li yıllarda başlamış olsa da bilinen ilk işçi örgütlenmesi, 1894 yılında Tophane’de bulunan İmalat-ı Harbiye fabrikalarında çalışan işçilerin gizli bir şeklide kurdukları Osmanlı Amele Cemiyeti’dir. Abdulhamit döneminin ağır baskısı altında kurulan cemiyet, çalışmalarına ancak bir yıl devam edebildi. 1895 yılında polisin bastığı Cemiyet’in, işçiler tarafından seçilmiş olan yöneticileri tutuklandılar. Tutuklanan sendika yöneticileri, 1876 yılında yürürlüğe girmiş olan Osmanlı Devleti’nin ilk Anayasası Kanun-i Esasi’nin 113. Maddesi hükmüne göre sürgün edildiler. Böylece cemiyet dağılmış oldu.
1908 yılında İkinci Meşrutiyetin ilanı işçileri harekete geçirdi. İşçiler bir yandan örgütlenirken diğer yandan ise yaygın bir şekilde grevlere başvurmaya başladılar. Başlangıçta dönemin sanayi kentleri olan İstanbul ve Selanik’te yoğunlaşan grevler ve hareketlilik, daha sonra diğer sanayi kentlerine yayıldı. 23 Temmuz 1908 tahinde ilan edilen İkinci Meşrutiyetin hemen ardından, Ağustos ve Ekim ayları arasında toplamda 100 kadar grevin yaşandığı belirtilmektedir.
Elbette bu grevlere muhatap olan sermaye elini kolunu bağlayıp oturmadı. Osmanlı Devleti’ndeki yatırımların çoğunluğuna sahip olan yabancı sermaye, grevlerin olumsuzluklarından bahseden zamanın basınının da desteği ile harekete geçerek hükümet üzerinde baskı kurmaya başladı. Baskılar üzerine, hükümet 1876 yılında yürürlüğe girmiş Kanu-i Esasi de (Anayasa) kendisine tanınmış olan Olağanüstü hallerde Meclis’i beklemeden kanun kuvvetinde geçici (Bugünün Kanun Hükmünde Kararnamesi) karar alma yetkisini kullandı ve 8 Ekim 1908 tarihinde Ta’til-i Eşgal adı altında özellikle kamuda çalışan işçilerin kurdukları sendikaların kapatılmasını ve grevlerin yasaklanmasını ön gören, Grev Dernekleri Hakkında Geçici Kanun’u çıkardı. Düzenlemenin yapıldığı tarihte tatilde olan Meclis-i Mebusan açıldıktan sonra, kanun hükmünde bu geçici kararname, Ta’til-i Eşgal Kanunu (TEK) adı altında Meclisten geçirilerek kanunlaştı. TEK Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra, 3008 Sayılı İş Kanunu”nun çıkarıldığı 1936 yılına kadar yürürlükte kaldı.
Kuşkusuz bu kanunun çıkarılmasında, yukarıda kısmen açıkladığım gibi Osmanlı Devleti’ndeki sanayi yatırımlarının sahibi olan yabancı sermayenin büyük payı vardı. Zira Osmanlı Hükümeti, işçilerin haklarını korumayı değil birçoğu kapitülasyonların sağladığı avantajlarla ülkede yatırım yapmış olan yabancı sermayeyi korumayı uygun görüyordu. Nitekim TEK’in kabul edildiği Meclis-i Mebusan oturumunda söz alan zamanın Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Ferit Paşa’nın söyledikleri de bunu kanıtlıyordu. Nazırın söylediklerini Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu “DİSK’in Tarihi” kitabının 1967-1975 yılları arasını kapsayan 1. cildinin 47. sayfasından aynen aktarıyorum.
Dahiliye Nazırı Ferit Paşa, “Mücerrebdir (sınanmıştır), şimdiye kadar nerde sendika teşekkül etmiş ise, orada daimî surette sermaye aleyhinde bir esas teşekkül etmiştir. (…) Onun için burada sermayedaranı daimî surette tehdit altında bulunduracak sendikaların teşkili muzırdır. Muzır olduğundan dolayı Hükümet teşkiline mâni olmuştur. (…) onların teşekkül etmesi (…) üzerine, sermaye sahipleri büyük tehdit altına alınmıştır. Biz ise sermayeye muhtacız ve ona muhtaç olduğumuz bir zamanda, sermayeyi tazyik altına almak caiz değildir. (…) Şimdiki halde sendikanın teşkiline lüzum yoktur. Ne vakit oraya gelirsek, o vakit tetkik olunur. Memleketin ahval-i maliye ve iktisadiyyesi terakki ederse, sendika lazım mıdır, değil midir? O vakit bahsedilir. Şimdiki halde hiç lüzum yoktur.” diyerek alkışlar arasında kanunun kabulünü sağlamıştır. Doğrusu, bu açıklamayı okuyan herkes, bu konuşma ile bugün devleti yönetenlerin söylediklerini karşılaştırdığında, aradan 113 yıl geçmiş olsa da Türkiye’de sendikaya ve hak aramaya bakış zihniyetinin değişmediğini görecektir.
Nasıl? 113 yıl önce 1909 yılında “Sendikalar sermayeyi ürkütüyor, sendikaların olduğu yerde sermaye aleyhinde esas teşekkül etmiştir” diyen ve sendikaları düşman örgütler olarak gören, Dahiliye Nazırı’nın anlayışı ile 12 Temmuz 2017 tarihinde 15 Temmuz darbe girişiminin birinci yılı kapsamında yabancı sermayeli yatırımcılara hitap ederken, “Olağanüstü hali biz iş dünyamız daha iyi çalışsın diye yapıyoruz. Soruyorum, iş dünyanızda herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Şimdi böyle bir şey var mı? Tam aksine. Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifadeyle anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz, çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın anlayışı arasındaki paralelliği siz de fark ettiniz değil mi?
Öte yandan sendikal hakların kullanımında da değişen bir şey yok. Zira Türkiye Cumhuriyeti Devleti, imzaladığı uluslararası sözleşmelerin zorlaması ile anayasasına yazdığı, çalışanların diledikleri sendikaya serbestçe üye olma hakkı ile toplu sözleşme ve grev haklarının kullanılamadığı bir ülkedir. 1908 Osmanlı Devleti’nden günümüz Türkiye’sine değişmeyen bir başka şey ise, kanun hükmünde kararname ile temel hakların kullanımının yasaklanıyor olmasıdır. Yine Dahiliye Nazırı Ferit Paşa’nın söyledikleri içinde bugünkü söylemlerle benzerlik arz eden bir başka zihniyet ise, sendikanın ne zaman gerektiğine biz karar veririz cümlesindeki, “Evrensel haklar bizi bağlamaz; neyin, ne zaman gerekli olduğuna biz karar veririz” anlayışıdır. Bütün bunlar bize Türkiye’yi yöneten anlayışın Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne değişmeden sürdüğünü gösteriyor.
Yazı serimiz Osmanlı’nın son dönemi ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan günümüze sendikaların gelişiminin irdelenmesi şeklinde devam edecektir. Bir sonraki yazıya kadar, hoşça kalın sağlıcakla kalın!