SENDİKALARIN ORTAYA ÇIKIŞI, GELİŞİMİ VE TOPLUMSAL ROLÜ! (16)

Yazı serimizin bundan önce yayınlanan 15 bölümünde sendikaların ortaya çıkışından günümüze geçirmiş olduğu evreleri mümkün olduğunca açıklamaya çalıştım. Özellikle Türkiye’de, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden başlayarak günümüze kadar sendikal hareketin karşı karşıya kaldığı baskı ve engellemeleri dönemler halinde açıklamaya çalıştım. Serinin bir önceki bölümünün son paragrafında, gerek dünya gerekse yaşadığımız ülke açısından sendikal hareketin gerilemesine yol açan tüm bu etmenlere karşı, kendimize sormamız ve cevaplandırmamız gereken en can alıcı sorunun, “Ne yapmalı?” sorusu olduğunu ve bu soruya yazı serisinin son bölümünde cevap vermeye çalışacağımı belirtmiştim.
Evet, kapitalist sistemde sömürüyü sınırlandırmak amacıyla, işçiler tarafından Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkmasından itibaren içine girilen arayış sonucu kurulmuş olan sendikaların zaman içinde gerilemiş olmasının günümüzde sömürünün katlanarak sürmesine zemin sunduğu bir gerçektir.
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, sendikalar sınıf örgütleri olmakla birlikte, sınıfın iktidar olmasının aracı, yani sınıf partileri değildirler. Dolayısıyla sendikalara parti misyonu yüklenmeye çalışılması, hatta bunun grupsal hakimiyet kurma noktasına vardırılması, sendikaların kendi işlevlerini yani sömürüyü sınırlandırma görevini yapmalarında sıkıntılar yaşanmasına yol açmaktadır. Zira sendikalar aynı zamanda kitle örgütü olma özelliği bulunan örgütlenmelerdir. Kitle örgütü; farklı siyasi düşüncelerde olan çalışanların ortak çıkarlar için bir arada oldukları örgütlenme demektir.
Bir önceki yazıda, son yıllarda özellikle ücretlerin artış dönemlerinde, tek tek işyerlerinde veya sektörlerde direnişler yaşandığını, taleplerin kısmen kabulü ile işçilerin geri çekildiklerini belirtmiş ve bu işçilerin sendikalaşmaları için sendikaların onlarla buluşmaları gerektiğini belirtmiştim. Kuşkusuz güçlü bir işçi hareketinin oluşamamasını üç ana başlıkta toplayabiliriz. Emek hareketinin parçalanmış olması, sendika yönetimlerinin zaafları ve siyasal önderliğin zayıflığı.
Türkiye işçi sınıfı tarihinin en görkemli direnişi 15-16 Haziran incelendiğinde, direniş öncesi işyeri temsilcilerinin öncülüğünde kurulan işyeri komitelerinin direniş başlamadan önce işyeri içinde ve çevresindeki işyerleri ile iletişimde, direnişin sevk ve idaresinde çok etkili oldukları aşikârdır. O zaman, öncelikle parçalı işçi hareketini bütünleştirmek için dikey örgütlenmeler yerine, tek tek işyerlerinden başlayan yatay ve yerel örgütlenmelerle işçiler arası dayanışmayı pekiştirmek oldukça önemlidir. Zira işçi sınıfının önüne çıkarılmış engelleri aşmanın birincil şartı birleşik bir mücadeleyi örmektir.
Örgütlenme tabandan başlamalı ve yerellerde güçlü iş birliği olanakları yaratılarak gerekli güç birliği mutlak suretle sağlanmalıdır. Mücadele halen aktif çalışanlarla sınırlı tutulmamalı, işçiler ile kamu çalışanlarının yanı sıra güvencesiz çalışanlar, ev çalışanları, işsizler, emekliler gibi toplumsal katmanları kapsayacak şekilde genişletilmelidir.
Tabanın söz ve karar sahibi olduğu, şeffaf, işçi denetimine açık sendikal yapı oluşturulmalı. Ancak bu yolla, sistemin kendi sendikacı tipini kullanarak sendikaları itibarsızlaştırmasının önüne geçmek mümkün olacaktır.
Tarihten dersler çıkarılmalı, uzlaşmacı, teslimiyetçi sendikal anlayış terk edilerek mücadeleci sendika anlayışla işçiler ekonomik, sosyal ve gerektiğinde siyasi talepleri içeren mücadeleye hazırlanmalıdır.
İnisiyatifin işyeri komitelerine bırakılmasının yanı sıra, sendikal eğitimler yaygınlaştırılmalı, eğitim, bir program dahilinde süreklilik arz edecek şekilde işçi sınıfı mücadelesi için donanımlı kadrolar yetiştirme perspektifine sahip olmalıdır.
Ülkeyi yönetenler ve sermaye ile kol kola giren sendikal kadrolar teşhir edilmeli, işçi sınıfının ve emekçi halkın somut taleplerini dikkate alan bir mücadele programı ortaya konmalıdır. Ancak böyle yapıldığında, bu programı benimsemeyen ya da uygulamayan tutucu bürokrat kadrolar teşhir olarak sendikalardan tasfiyeleri sağlanacaktır.
Çalışanlara geçici ekonomik ve sosyal kazanımlar sağlamanın tek başına yetmeyeceği bilince çıkarılmalı ve sınıfın siyasete müdahalesinin şart olduğu eğitimlerde işlenmelidir. Özellikle 1980’li yıllardan itibaren, toplumun ezilen kesimlerinin siyasetten uzak tutulması politikası sistemin politik tercihi olarak uygulanmakta olup geniş emekçi kesimler siyasetin gereksizliği propagandası ile siyasetten koparılmaktadır.
Buradan hareketle işçi hareketine öncülük edecek politik bir önderliğe, gerçek bir işçi sınıfı partisine olan ihtiyaç görülmeli, bunun için çalışmalar yapılmalı ve gerekli adımlar ivedilikle atılmalıdır.
Sendikalar, kendilerini işyeri veya işkolu düzeyinde toplu sözleşmeler yapan ve üyelerine hak menfaat sağlayan çıkar örgütleri olmakla sınırlamamalı, sistemin yol açtığı çevre ve doğa tahribatı, savaş, yoksulluk, işsizlik, salgın hastalık, sağlık ve eğitim haklarına ulaşamama, barınamama, çarpık kentleşme gibi toplumun genelini olumsuz etkileyen politikalarına karşı top yekun bir mücadeleyi hedef olarak önlerine koymalıdırlar.
Eğitim düzeyi yükselen topluma paralel olarak işçi sınıfının yapısı da hızla değişmektedir. Vasıfsız işçi sayısı azalırken, eğitimli, daha bilinçli ve mesleğinde uzman çalışan oranı artmaktadır. Sermayenin de teşvikiyle bu vasıflı çalışanlar, bireysel sözleşme yapma yoluna gitmektedirler. Kuşkusuz bu durum sendikalara duyulan ihtiyacı azaltmakta ve onların gereksizliğinin tartışılmasına yol açmaktadır. Sendikaların zaman geçirmeden bu engeli aşacak tedbirleri almaları ve eskinin beyaz yakalıları, bugünün mavi yakalıları olan bu vasıflı emekçileri örgütlenmeye çekecek politikalar geliştirmeleri oldukça önemlidir.
Sendikalar yukarıda belirtilen toplumdaki değişimleri ve çalışma ilişkilerini iyi okumalı ve yeni duruma uygun farklı stratejiler geliştirmelidirler. Geleceğin sendikaları küreselleşme, esnek çalışma modelleri, gelişen bilişim ve ulaşım teknolojisine göre ortaya çıkan şartlara uygun çözümler üretebilen potansiyele sahip olmalıdırlar. Ayrıca değişim ve dönüşüme açık sendikalar gelecekte çalışanların sorunlarına çözüm üretebileceklerdir. Aksi durumda olup, değişimi reddeden sendikalar, gelecekte çalışma hayatında kendilerine yer bulamayacaklardır.
Kuşkusuz ulusal düzeyde alınacak tüm bu tedbirler, sendikal hareketin kendisini topluma kabul ettirmesi için önemli olmakla birlikte, mücadele dünya genelinde ortaklaştırılmadıkça yetersiz kalacaktır. Zira önceki bölümlerde değindiğim gibi, yeni liberal ekonomi modelinin uygulanması ile globalleşen sermaye, ülkeden ülkeye geçmekte alabildiğine serbestlik kazanmış bulunuyor. Bu serbestliğin avantajı ile yatırımlarını emeğin örgütsüz olduğu, yoksul üçüncü dünya ülkelerine kaydıran global sermaye, ucuz emeğe ulaşmakta sıkıntı yaşamamaktadır. Bu nedenle, emeğin evrensel dayanışmasına ve ortak örgütlülüğüne ihtiyaç vardır. Ancak bu yapıldığında, aynı sermaye grubunun farklı ülkelerdeki birimlerinde çalışan işçiler arasında koordinasyon sağlanabilir ve gerektiğinde ortak mücadeleler örgütlenebilir.
Elbette bu sadece şirket düzeyinde dayanışma ve ortak mücadele için değil, kapitalizmin aşırı kâr hırsıyla yaptığı doğa tahribatı ile kaynak sömürüsüne karşı verilecek olan ortak mücadeleler için de önemlidir. Vahşi kapitalizmin aşırı kâr hırsının gezegenimizi hızla tükenmişliğe doğru götürdüğü düşünüldüğünde, buna dur demek, sendikaların dünya genelini kapsayacak şeklide ortak örgütlenmeye gitmelerine ve başta üyeleri toplumun tamamını sistemin yol açtığı bu tehlike konusunda bilgilendirmeleri ve genel bir karşı çıkışı örgütlenmeleri ile mümkündür. Kısacası tüm bunlar ve çok daha fazlası, sendikal hareketin, üyelerine hak ve menfaatler sağlamanın yanı sıra dünyanın geleceğini kurtarmak amacıyla mücadele vermesini sağlamak için ivedilikle yapılması gerekenlerdir.
Evet, “Sendikaların ortaya çıkışı, gelişimi ve toplumsal rolü” başlıklı yazı serimiz bu bölümle sona eriyor. Doğrusu ben bu seriyi yazmaya başladığımda bu kadar uzun süreceğini düşünmemiştim. İlk baştaki tahminim, en çok 10 bölümlük bir yazı serisi çıkabileceği yönündeydi. Ancak yazıyı yazmak için okumalar yapıp konuyu araştırdıkça seri uzadı. 16 bölüm her bir bölümü yaklaşık 2,5 sayfa, toplamda yaklaşık 40 sayfalık kitap olabilecek bir seri ortaya çıkmış oldu. Yazı serisi için araştırma yaptıkça, dünyada sendikal hareketin gelişiminde farklılıklar yaşandığını, gelişmiş sanayi toplumlarında mücadelenin daha çetin geçtiğini, bu ülkelerde sendikaların, işçilerin tabandan mücadeleleriyle kendilerini sisteme kabul ettirdiklerini, buna karşın Türkiye gibi ülkelerde ise sendikalaşmayı işçilerin hakkı olarak görmek yerine, devletin istediği zaman sınırlarını kendisinin belirlediği, sermaye ve devletin politikalarının kabulünü sağlama aracı olmaları şartıyla verildiğini gördük. Türkiye’de bu durumun istisnası, sınıf mücadelesinin yükseldiği 1963 – 1980 arası dönemdeki sendikal harekettir.
Sonraki yazıda buluşuncaya kadar hoşça kalın, sağlıcakla kalın!