Sanat üzerine…
Gökhan KÜÇÜK yazdı:
“Sanat tabiata ilave edilmiş insandır.” (Francis Bacon)
Gerek lise, gerekse üniversite olsun; her ikisinden de sanat diploması ile mezun oldum. Annem hem sanatkâr hem de zanaatkârdı. Hiç eğitim almamasına karşın görkemli resimler çizerdi. Eli el işlerine yatkındı. Memurluktan istifa ettikten sonra, önce teyzemler için gelinlik dikmeye başladı, sonra da kendi dükkânını açtı.
Şu an kabul edilen bilgilere göre, el yatkınlığı genetik bir kökene bağlıdır. Yani buradan hareketle benim de annem gibi elimin el işlerine yatkın olması gerekirdi. Fakat ben, aksine, ne güzel resim çizebiliyordum, ne de el işine dayalı farklı bir sanat dalını icra edebiliyordum.
Lise’den sanat diploması ile mezun olmam, kelimenin tam anlamıyla bir tesadüftü. Hatta itiraf edecek olursam, tesadüfler zincirinin başlangıç halkasıydı… Şöyle ki; liseye başlar başlamaz hormonlarım şaha kalkmış, ergenlik denen genetikle ilintili o meşum duygu durumu baş göstermişti, ve bu sebepten ötürü uzunca bir süre, hayal gücü kıt, fazla zeki olmayan, bunalımlı, bulaşık suyu gibi renksiz biri olduğumu düşünmüştüm; fakat her şeyin bir son kullanma tarihi olduğu gibi ergenliğin de bir sonu vardı ve Lise 3. sınıfa, yani tabiri caizse sonun başlangıcına gelince, “Yeter artık!” diyerek kendimi hayatın akışına bırakmış, fakat beklenilenin aksine, işler hepten sarpa sarmıştı benim için. Çünkü dersler iyiden iyiye boşlanıp kızlarla haşır neşir olunmuş, hormonlar libido denen canavarla el ele verip iyice azgınlaşmış, ergenliğe girişle birlikte silikleşen karakter gitmiş, yerine özgüven patlaması yaşayan ve insanlara kendini kanıtlamak için başta haylazlık olmak üzere her türlü işe soyunan cahil ama ihtişamlı bir ergeneus gelmişti.
Eh ne de olsa, eğer insanın kendisine yeterince saygısı yoksa o zaman hak ettiği hayatı da elde edemezdi.
Uzun lafın kısası, ergenliğe bağlı nedenlerden dolayı mezun olacağım sene matematik, fizik ve kimya’dan çakmıştım!
Ama gel gelelim, bir mucize olmuş ve Milli Eğitim Bakanlığı bizim gibi kazmaları, pardon öğrencileri düşünerek kredili sistem adı altında uyduruk bir sistem formüle etmiş ve alelacele eğitim müfredatına eklemişti. Aynı zamanda yaz okulu açılmış, biz de buna karşın kaldığımız dersler yerine aldığımız, daha doğrusu bize bol keseden dağıtılan kredileri doldurmak için uyduruk dersler seçmiş ve bu sayede liseyi sorunsuzca bitirebilmiştik. Ve böylece, bir neslin hayalleri sekteye uğramamıştı…
İşte, sanatla yolumun kesişmesi bu döneme dayanır. Yani görüleceği üzere tamamen tesadüf…
Ama öte yandan, bu tesadüfün sebebi her ne olursa olsun son kertede kitap okumayı, müzik dinlemeyi ve film izlemeyi seviyordum ve gerek edebiyat, gerek müzik, gerekse sinema olsun, düpedüz bir dalıydı. Fakat hâlâ pasif bir moddaydım, yani sadece bir gözlemciydim. Gerçek anlamda sanatla bütünleşmeme daha vardı…
Düşünüyorum da, acaba sanat olmasaydı, insanlar ne yapardı?
Sıkıntıdan birbirlerini boğazlayacakları aşikâr…
İşin şakası bir yana, sanat olmasaydı, kitap okumaktan, film izlemekten, resim yapmaktan, müzik dinlemekten mahrum kalacaktık. İşte tam da bu nedenle, sanatın evrenle hayatı birleştiren ve insanla birlikte onun kültürü, zekâsı, algılamasıyla gelişimini devam ettiren bir evrimin içinde yerini bulduğunu düşünebiliriz.
Hatta Jean Clottes‘in söylemiyle, Bundan 35. 000 yıl önce, insanlar, bizimle aynı sinir sistemine, aynı sentez ve soyutlama yetisine sahiptir ve bizlerden daha ilkel değildir. Onlar da aynı insanlığa aittirler. Şüphesiz onların dünya görüşleri farklıdır, ama ille de bizimkinden aşağı değildir. Onların varlıklarına her rastladığımızda yaratılmış bir sanat eserinin iziyle karşılaşıyoruz.
Uygarlık tarihine bakıldığında avcı-toplayıcı, tarım ve sanayi toplumları şeklinde bir gelişim seyri karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda mitoloji de insanlığın ürettiği ilk sanat ürünlerini temsil ediyor desek yanlış olmaz sanırım. Henüz yazı icat edilmemişken insanlar şifahi olarak birbirlerine hikâyeler anlatır, mağaralara veya inlere doğal veya toplumsal olguların, kişilik ve işlev üstlenerek soyut planda, yaptırım gücü olan varlıklara dönüşmesini açıklayan resimler çizerlermiş. Bunlara şüphesiz, edebiyatın, resmin ve görsel estetiğin ilk örnekleri diyebiliriz. Görüleceği üzere ve bildiğimiz kadarıyla, sanat, avcı-toplayı atalarımızdan beri hayatımızı süslemekte. Hayat gailelerimizde bize klavuzluk etmekte.
Hâsıl-ı, sanatla gerçek anlamda tanışmam, kısa bir İktisat macerasının sonuna tekabül eder. Sözelci olmama karşın sayısal ya da başka bir deyişle eşit ağırlıklı bir bölüm kazanmış ama okumak istememiştim. (O zamanki aklım işte) Sonraki sene ise istediğim bölümü tutturamamıştım. Fakat uzun yıllar sonra, -hiç hesapta yokken- bir kez daha sınava girmiş ve yüksek bir puan tutturmuştum. Dilediğim birçok bölüme girebilme şansına erişmişken neden bilmem ama ben, Fotoğrafçılık ve Sinema’da karar kılmıştım. Yani ister istemez bir kez daha sanatla yolum kesişmişti. Gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki, ilk sanatsal ürünlerimi fotoğrafçılık dalında görücüye çıkardım. Belki bir Pulitzer ödülü değildi ama girdiğim yerel yarışmalarda dereceye almam ya da daha da mühimi, sanat adına bir şeyler üretmem beni fazlasıyla memnum etmişti. Sonra da arkadaşlarımın da teşvikiyle yazmaya, daha doğru bir ifadeyle, -en azından o dönem için- bir şeyler karalamaya başladım. Okumak yazmaya kıyasla gözüme daha cazip görünse de o günden beri -bazen uzun aralar versem de- bir şeyler karalıyorum. Velhasıl demem o ki, tesadüfen de olsa, genetik de olsa, şu ya da bu şekilde, sanatla hep iç içe oldum.
Ayrıca genelleyecek olursak; sanat, en genel anlamıyla yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesi olarak anlaşılır. Gerçekten de bu, ister istemez, bizi hayvanlardan ayırt eden yegâne unsurlardan biridir. Bununla beraber aynı zamanda sanat insanın gerçeğe, bu gerçek konusunda meydana getirdiği zihinsel imge aracılığıyla, başka bir biçim vermesiyle başlar.
Her ne kadar Türkiye’de sanata ve sanatçıya gereken önem verilmese de, eğer sanat olmasaydı, dinler de, medeniyetler de ve hatta modern şehirler de olmayacaktı. Çünkü hiç kuşkusuz sanat, uygarlığın mührüdür.
Hiç unutmam, bir gün bir arkadaşım bana, insanlığın önünde sonunda dünyanın yok olmasına neden olacak bulaşıcı bir virüsten başka bir şey olmadığını söylemişti. Bunu bir kızgınlık anında söylediği ortadaydı ama bu söyleminde tamamen haksız da sayılmazdı doğrusu… Eğer dünyayı yaşayan bir canlı olarak tasvir edecek olsaydık, insanları dünyayı dört bir koldan kuşatmış asalaklar olarak resmetmemiz gerekirdi. Çünkü bir bakıma kendisini var eden dokuya veya içinde yaşadığı hücreye zarar veren parazitlere benziyoruz. Kendi ellerimizle getiriyoruz dünyanın sonunu. İşte edebiyat, sinema ya da diğer sanat dalları bu yıkımı durdurmak, dünyayı güzelleştirmek ve daha yaşanılır bir hale getirmek için vuku bulmuştur.
Sanatı hâkir gören veya küçümseyen insanlar bile, her gün sanatla iç içeler aslında. Ama bundan bîhaberler. Mesela her gece izledikleri film ya da diziler, yaşadıkları siteler vb. birçok unsur düpedüz sanatın bir armağanı kendilerine. Tamam, belki birçoğunun sanatsal bir değeri yok ama son tahlilde hepsi sanat menşeli.
Bir an için sanatın; yani sinemanın, müziğin, edebiyatın, mimarinin olmadığını tahayyül edelim, akıbetimiz ne olurdu acaba? Demin de dediğim gibi, “sıkıntıdan veya tekdüzelikten dolayı birbirimizi mi boğazlardık yoksa sanatı icat etme yoluna mı giderdik?” Sanırım hepimiz bu sorunun cevabını biliyoruz.
Ne de olsa bunca hır gürün, kir ve pasın, envaiçeşit keşmekeşin önüne ancak sanatla geçilir.
Ve Paplo Picasco‘nun dediği gibi, Çocukken herkes bir sanatkârdır, zor olan yetişkinken sanatkâr kalabilmektir.