Örgütlü cehalet mi örgütlü umut mu?

Türkiye, gelecek yüzyılını derinden etkileyecek bir seçimin arefesinde. Kimileri bu seçimi, “ülkenin düze çıkması için otobandan önceki son çıkış olarak” değerlendirirken, kimileri de “aydınlık ile karanlık, şer ile iyilik” arasındaki bir mücadeleden bahsediyor. Oluşan seçim ittifaklarına bakıldığında birinci saptama tarihsel bağlamda aciliyeti olan politik bir değişime işaret ederken, ikinci saptamanın ülkenin dolayısıyla insanların gelecekleri ile ilgili olması sebebiyle daha kayda değer olduğunu düşünüyorum.
Sosyal medya bugünlerde seçim bağlamında oldukça hareketli ve özellikle sokak röportajları ile dolup taşıyor. “Kılıçdaroğlu mu Erdoğan mı” sorusuyla başlayan sokak röportajlarına bazı vatandaşların verdiği yanıtlar ya da tepkiler, insanı derinden kaygılandırıyor. Geçenlerde rastladığım bu türden bir röportajda, AKP’yi eleştiren vatandaşa, “Verme oyunu AKP’ye o zaman. Git ABD’ye Trump’a ver oyunu, kanı bozuk” diye hakaret ediliyordu. Karşısında kendisiyle birlikte ülkenin derdini, kederini omuzlamış bir vatandaşa, sırf kendi desteklediği siyasi yapıyı reddettiği için “kanı bozuk” diye hakaret edecek kadar gözü dönmüş bir kitleyle muhatap olunduğu gerçeği çırılçıplak bir şekilde duruyor orta yerde. Bu adamın cehaletine mi yobazlığına mı yoksa üç kuruş değeri olmayan varlığına mı kızacaksın? Bu tipler, son 20 yılın bakiyesi. Hani “göbeğini kaşıyan, bidon kafalı” dedikleri türden. Böylelerini yıllardır “milli irade” diye dayattılar topluma.
Geçenlerde sohbet ettiğim bir dostum sokak röportajlarını izlemeyi bıraktığını, sohbetlerin düzeyinin psikolojisini bozduğunu söyledi. Doğrudur. “Kılıçdaroğlu seccadeye bastı”, “Namaz kılmayı bilmiyor. Bu nedenle oy yok ona” diyen, seccade ve namazı devlet yönetimine içkin zanneden cahil mazoşistlerden oluşan bir bataklık var ülkede. Evet, mazoşizm bu. Azla yetinmeyi, ekmek soğanla karın doyurmayı meziyet olarak algılayan ya da her gece yatağa yarı aç giren, garibanlığıyla övünen, insani haklarını sarayda, “Pataşur içerisinde Çerkez tavuğu”, “Tartalet içerisinde Antakya usulü Humus”, “Susamlı levrek simidi”, “Aydın usulü kuzu çöp şiş” ya da “Zencefilli Somon Suşi” ile beslenenlere devretmiş insanlar var ülkede ne yazık ki… “Ne yapalım cahil işte” deyip geçmek rahatlatıyor olabilir ama George Orwell’a atfedilen, “Zeki bir insana en büyük işkence, cahillerin tercih ettiği düzende yaşamaktır” cümlesi geliyor aklıma hemen. Durum aynen böyle ülkemizde ne yazık ki. Aksi halde, “Okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Ben her zaman cahil halkın ferasetine güveniyorum” sözünü duymazdık değil mi bir “sözde” akademisyenden. Cehaletleri sadece kendilerine zarar verse keşke ama “senin cahilliğin benim yaşamımı etkiliyor” değil mi? Demokratik hakkını kullanıp AKP’ye oy vermeyeceğini açıklayan vatandaşı “kanı bozuk” olarak nitelendiren biriyle hangi duygu ya da yaşam birlikteliği oluşturulabilir?
FAŞİZM Mİ SAĞ POPÜLİZM Mİ?
AKP iktidarında, Cumhuriyet tarihinin en hızlı, en derin cahilleşmesi ve insani kirlenmesi yaşandı. Hırslı, bencil, menfaatçi, cahil ve cüretkâr bir kitle yaratıldı ve bu kitle marifetiyle devlet kılcal damarlarına kadar çürütüldü. Bu nedenle içinde bulunulan periyoda ilişkin olarak sürdürülen, “faşizm mi sağ popülizm mi” tartışmalarını çok yersiz buluyorum. Süreç özü itibarıyla faşizmin inşasıyla daha açık deyişle faşizmin üzerine oturtulacağı zeminin oluşturulmasıyla ilgilidir. İşte önümüzdeki seçimin ana konusu bu. İktidara geldiğinden bu yana faşizmin üzerine oturacağı zemini inşa etme amaçlı politikalar uygulayan siyasal islamcılar, seçime yönelik oluşturdukları ülke tarihinin en faşizan ittifakı ile “sürekli faşizm”e geçişin başlayacağının sinyallerini veriyor. Bu eylemi gerçekleştirmede en büyük güvencelerinin ise sorgulamadan inanan, soru sor(a)mayan ve itaatkâr malum kitleler. Öyle ki yine bahse konu sokak röportajlarından birinde, “Muhabirin, ampulü kim buldu” sorusuna, ısrarla “Erdoğan” yanıtını veren kadın, “2007 yılında CHP iktidarı nedeniyle annesinin ameliyat parası için kolundaki saati sattığını” öne süren adam ya da “en beğendiğiniz kadın politikacı kim” sorusunu “Recep Tayyip Kılıçdaroğlu” diye yanıtlayan kadın… İşte bahsettiğim kitlenin yapı taşları olacak insanlar bunlar. Etrafınıza bakın, sürekli olarak iktidara oy veren ama ülkenin başına gelen her melanetten muhalefeti sorumlu tutan bir kocaman bir insan yığını oluştu ülkede. Bu, bize iktidarın cehaletin üzerinde yükselme talebinin son derece yerinde olduğunu gösteriyor.
Hep söylenin aksine hiçbir faşist diktatör ülkeyi tek başına yönetmez. Monolitik yapılar değildir faşist diktatörlükler. Her zaman bir koalisyon söz konusudur. Politik bağlamda faşist diktatörlerin en yakın iş ortakları tabiatıyla muhafazakârlardır. Liberaller de bu türden rejimlere kolayca eklemlenir ama her durumda bu koalisyonun en önemli nüvesi cahillerdir. Cehalet, her defasında faşizmin inşası sürecinde kullanılır. Bu bağlamda, Türkiye’de cehaletin artık toplumsal bir soruna dönüştüğü görülüyor. Cehalet, örgütlü bir halde, kendileri gibi inanmayanlara alanı daraltıyor. Türkiye, faşizmin inşası sürecinde örgütlü cehaletin eyleme geçtiği bir ülke.
FAŞİZMİN İNŞASI
Sosyolog Nicos Poulantzas, faşizmi, devletin ideolojik ve baskı aygıtları arasındaki dönüşümü üzerinden inceler. Buradan hareketle faşizmin inşasına ilişkin olarak, devletin ideolojik ve baskı aygıtları; yani, polis, yargı, ordu, idari-yürütmedeki değişimlere bakmak gerekir. Küresel olarak, gelinen noktada, devletlerde “otoriterleşme” sürecinin bu aygıtlar üzerinden yerleştiğini görüyoruz. Bununla ilgili olarak siyasal islamcı iktidarın Türkiye toplumunu faşizmin inşası sürecine uygun olarak şekillendirilmeye çalıştığını anlıyoruz. Faşizmin inşası sürecinde siyasal islamcı iktidar, toplumu -en çok da eğitim yoluyla- güya dindar, erkek-egemen ve ırkçı formda yapılanmadırmaya çalıştı. Bu uygulamaların sonucu olarak omurgasızlaştırılan, dahası “onursuzlaştırılan” insanların sokak röportajlarında, kendisi gibi inanmayan birini kolayca “kanı bozuk”, “terörist” ya da “vatan haini” olarak yaftaladığını gördüğümüz zamanlara geldik.
Ezcümle, hepimizin bir zamanlar ilkokulda sınıflarda koro halinde söylediğimiz, “Candan açtık cehle karşı bir savaş, Ey bu yolda ant içen genç arkadaş! Öğren, öğret hakkı halka, gürle coş; Durma durma koş” dizelerini içeren Öğretmen Marşı’ndan geriye sanıyorum bir tek “durma koş” sözleri kaldı. Bunu da “yurt dışına koş” şeklinde algılıyor gençler sanıyorum. Bakın Chicago Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ufuk Akçiğit, Türkiye’den 12 bin akademisyenin yurt dışına gittiğini ve hepsinin en verimli dönemlerinde olduğunu söylüyor. Rakamı bir kez daha yazayım, 12 bin bilim insanı… Ülkenin aklıselim insanları, ampulü Erdoğan’ın icat ettiğini ya da 2007 yılında CHP’nin iktidarda olduğunu “ısrarla” iddia eden insanlardan oluşan bir kitleyle başbaşa kaldı. Bu seçim, tüm saptamaların ötesinde örgütlü cehalet ile örgütlü umut arasında gerçekleşiyor. Umut da örgütlü artık. Siyasal islamcı iktidarın 20 yılı aşan iktidarı sırasında ezilen, yok edilmeye çalışılan kitleler, bugünlerde ülkenin dört bir yanında el ele umudu örgütlüyor harıl harıl. Umudun kazanması dileğiyle…