KURUMSAL AKIL YOKSA, KAOS VARDIR!

Tarih 7 Haziran 2015. Türkiye tarihi bir milletvekili seçimine sahne oluyor. Akşam sandıktan, 13 yıldır tek başına iktidarda bulunan AKP’nin çoğunluğu kaybettiği ve seçime ilk defa parti kimliğiyle katılan HDP’nin %10 seçim barajını aşması gibi iki önemli sonuç çıkıyor. Üstelik HDP Türkiye’nin üçüncü büyük grubuna sahip partisi oluyor. Evet, AKP sandıktan birinci parti olarak çıkmış olsa da 2002 yılından bu yana ilk defa tek başına hükümet kuracak meclis çoğunluğuna sahip değildi. Bu nedenle, ülke iki veya üç partinin yer alacağı koalisyon hükümeti tarafından yönetilecekti. Ülke önceki yıllarda koalisyon hükümetleri tarafından yönetilmiş olması deneyimine sahip olduğundan, doğal olarak bu konuda sorun yaşanmayacağı kanısı toplumda hâkimdi. Ancak işler beklendiği gibi gitmiyordu. Zira kurulduğu yıl tek başına iktidar olan AKP ile o zamanki anayasaya göre parti genel başkanı olmasa da partinin fiili başkanı olduğu herkesçe bilinen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, başka bir siyasi yapıyla yetki paylaşımına sıcak bakmıyorlardı. Üstelik meclisin 4. partisi olan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, seçim akşamı MHP’nin herhangi bir koalisyon hükümetinde yer almayacağını açıklamış ve seçimse seçim demişti. 7 Haziran seçimlerinden günümüze uzanan süreç gözden geçirildiğinde, gerek AKP kanadının seçim sonuçlarını tanımama yönünde takındığı tavrın, gerekse MHP Genel Başkanı’nın açıklamasının önceden yapılmış bir plan dahilinde olduğu çok açıktır.
Kuşkusuz bunun en önemli nedeni, 12 Eylül faşist cuntası eliyle anayasa ve kanunlara monte edilen %10 seçim barajının HDP tarafından aşılması ve 80 Milletvekili ile parlamentoda yer almasıydı. Bu nedenle, kendisini devletin sahibi gören, kimilerinin üst akıl, kimilerinin devlet aklı olarak adlandırdığı yapı, Kürt siyasi hareketi ile sosyalist solun temsilcisi olarak yola çıkmış olan HDP’nin kilit parti konumunda parlamentoda yer almasından rahatsızdı. Zira ortaya çıkan parlamento aritmetiğine göre, AKP’siz bir koalisyonun kurulması ancak HDP’nin içerden veya dışardan desteği ile mümkün iken, parlamentonun birinci partisi AKP’nin koalisyon kurma alternatifleri arasında HDP ile koalisyon kurmak da vardı.
Maalesef, kendisini devletin sahibi gören anlayışa göre, etnik, sınıfsal ve dini farklılıkları ile ezilen çoğunluktan gelen barış, adalet, hak, özgürlük ve sosyal eşitlik taleplerine olumlu cevap verilirse, “kutsal devletin” büyüsü bozulacaktı. Bu büyünün bozulması ise, kendi zihniyetinin hakimiyetinin son bulması olacak ki bu asla ve kat’a kabul edilemezdi. Öyle ya demokrasi de bir yere kadardı. Dolayısıyla demokrasi adına kendisinin hakimiyetini sorgulayacak bir siyasi yapının ülke yönetimine ortak olmasına izin veremezdi. Önceki yıllarda sürekli öcü gibi gösterilen bir siyasi geleneğin temsilcisi olarak, 2002 yılında iktidar olan AKP birtakım zorlamalarla yola getirilmiş iken, yola gelmesi pek olası görünmeyen sistem dışı bir başka siyasi yapının ülke yönetimine ortaklığına asla rıza gösterilemezdi. Bu nedenle ne olursa olsun HDP’yi oyun sahasının dışına atmak gerekiyordu. Ancak unuttukları bir şey vardı, HDP politize olmuş geniş bir kitle desteğine sahipti. Dolayısıyla, onlarca yıldır kapatılan öncüllerinin birikim ve deneyimine sahip HDP, kolay yutulur bir lokma değildi.
İlk başlarda sistem dışı gibi görünen mevcut iktidar partisi AKP, 2011 seçimlerinden sonra Kürt sorununun barışçıl çözümü için, “Barış Süreci” başlattı ve süreç çerçevesinde görüşmeler yürüttü. 2010 Anayasa değişikliği sonrası, yargıya hakim olmak isteyen paralel yapı ile kavgaya tutuştu. Bu kavgayı fırsat bilen paralel yapı, yargı ve kollukta eline geçirdiği hakimiyetin avantajı ile önceden bildiği ancak istediği zaman kullanmak üzere gizli tuttuğu, bakanlar ile bakan çocuklarının yolsuzluklarına dair delilleri masaya sürerek 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarını yaptı. Bir yandan yürüttüğü çözüm sürecinden dolayı üzerinde hissettiği devlet baskısı, diğer yandan ise kadrolarının bulaştığı yolsuzluklardan dolayı karşı karşıya kaldığı yolsuzluk operasyonlarının bunalttığı AKP, “kutsal devlet” anlayışına sığındı. Kuşkusuz AKP’nin bu sığınma da verdiği en önemli taviz, Kürt sorunun barışçıl çözümü için yürüttüğü barış sürecini sonlandırmak oldu. Aslında AKP ile liderinin, oy hesabıyla başlattıkları çözüm sürecini sonlandırmalarında şaşılacak bir durum da yoktu.
Maalesef 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarının sonucunun boşa çıkarılması planı çerçevesinde, hükümet kurdurulmadı ve Cumhurbaşkanı seçimlerden sonra 45 gün içinde hükümet kurulamadığı gerekçesine sığındı. Anayasa’da bulunan yetkisini kullanarak, seçimlerin 1 Kasım 2015 tarihinde yenilenmesine karar verdi. Hiç kuşku yok ki bu bir darbeydi. Darbenin ardından 7 Haziran ile seçimlerin yenilendiği 1 Kasım tarihine kadar geçen süre içinde, başta Suruç ve Ankara Gar olmak üzere, patlayan bombalar ile çatışmaların yeniden başlamasının bunalttığı ve gözünü korkuttuğu seçmen 1 Kasım 2015 seçimlerinde AKP’yi yeniden iktidara taşıdı.
7 Haziran 2015 seçimleri üzerinden geçen 6,5 yıllık süre içinde yaşanan tek darbe, seçimlerin iptal edilmesi değil. Bu süreçte mevcut anayasa, anayasayı uygulamaktan sorumlu olanlar tarafından defalarca ihlâl edildi. Yıllardır devlet eliyle beslenen ve devlet kadrolarının önemli bir kısmını ele geçirmesine olanak tanınan AKP’nin iktidar ortağı FETÖ yapılanması, 15 Temmuz 2016 tarihinde kalkıştığı darbe girişimi ile ülkeyi kana buladı. Bu darbe girişiminde “bu bize Allah’ın bir lütfudur” diyen Cumhurbaşkanı kararnamesi ile 20 Temmuz 2016 tarihinde Olağanüstü (OHAL) ilan edildi ve demokrasi tamamen rafa kaldırıldı. OHAL sürecinde demokratik hak ve özgürlükler kullanılamadı. FETÖ’cüleri devletten temizleyeceğiz diye bu ülkenin on binlerce yurttaşı KHK’lerle işinden edildi. Milletvekili dokunulmazlığı kaldırılan HDP Eşgenel başkanları ile milletvekilleri tutuklandı. HDP’li belediye başkanları ile belediye meclis üyeleri görevden alındı, yerlerine kayyımlar atandı. Yazılı ve görsel medya organları, dernekler, sendikalar kapatıldı.
Tüm bunlarla yetinmeyen AKP, 15 Haziran sonrasında MHP ile girdiği ortaklığı, hayalini kurduğu başkanlık sistemine geçiş için kullandı. İki partinin kafa kafaya vererek hazırladıkları anayasa değişiklik teklifi, karşı çıkışlara rağmen, parlamentoda halk oyuna sunulacak oy sayısı ile kabul edildi. Anayasa değişikliğinin, 16 Nisan 2017 tarihinde OHAL koşullarında yapılan referandumunda Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK), mühürsüz oyların geçerli sayılacağı yönündeki son dakika kararıyla kabul edildiği açıklandı. Bu anayasa değişikliğini bir an önce uygulamaya koymak için acelesi olan AKP-MHP bloku, normalde Kasım 2020 tarihinde yapılacak olan seçimlerin 24 Haziran 2018 tarihinde yapılmasına karar verdi. Bu birlikteliklerini, Cumhur İttifakı adı altında seçim iş birliğine dönüştüren blok, Cumhurbaşkanlığını kazandığı gibi, TBMM çoğunluğunu da kazandı. Böylece uygulayıcılarının adına Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi dedikleri, dünya demokrasi literatüründe örneği bulunmayan Türk tipi başkanlık sistemine geçilmiş oldu.
Bu geçişle birlikte artık ülkede her şeye tek kişi karar veriyor, devlet görevlerinin en alt kademesinden en üst kademesine kadar, tüm atamaları tek imzayla başkan yapıyor. Bakanlar atamalı memur pozisyonundalar. Dolayısıyla, kendi alanlarıyla ilgili açıklama bile yapamıyorlar. Açıklama yaptıklarında ise, Cumhurbaşkanımızın teveccüh ve onayları ile diye konuşmaya başlıyorlar. Bakanın kameralar önünde, “Sizden izin almadan açıklama yapar mıyım?” dediğini duydu bu ülke. Her şey öylesine tek kişiye bağlı ki, yargı Cumhurbaşkanı’nın ağzından çıkacak söze kilitlendiğinden, onun uygulamayacağız dediği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ile Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarını uygulayamıyor. Özerk devlet kurumları özerkliklerini kaybettiler. Zira kurumların bilimsel verilerle itiraz eden yöneticileri, Cumhurbaşkanı’nın gece yarısı kararnameleri ile görevden alınıyor ve yerlerine itiraz etmeyecek yöneticiler atanıyor.
Evet, tüm bu nedenlerle, Türkiye 24 Haziran 2018 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanı ve milletvekili genel seçimlerinden bu yana derin bir ekonomik kriz yaşıyor. 2022 yılına girmeye hazırlandığımız bugünlerde ülke adeta ekonomik çöküş yaşıyor. Kuşkusuz buna yol açan yukarıda kısmen açıklamaya çalıştığım, her şeye tek kişinin karar veriyor olmasıdır. Devlet ortak akılla rasyonel politika üreten ve uygulayan kurumsal yapı olmaktan çok uzak. Dolaysıyla kendilerine Cumhurbaşkanı’nın dediğini yapmaktan başka seçenek bırakılmamış olan devlet kurumları bilimsellikten kopmuş bulunuyorlar. Kuşku yok ki bu kurumların başında, seçimlerin yapıldığı 24 Haziran 2018 tarihinden bu yana başkanı 4 defa değiştirilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası geliyor. Maalesef Cumhurbaşkanı’nın ekonomi bilimine aykırı bir şekilde, “faiz neden, enflasyon sonuç” dayatması ile faiz indirmeyi kabul eden TCMB, yılın son dört ayında peş peşe faiz indirdi. Bu nedenle, ülkenin para birimi lira, yabancı paralar karşısında hızla değer kaybediyor. Ülke nüfusunun emekçi büyük çoğunluğu her gün daha çok yoksullaşırken, bir avuç sermaye sahibi ise servetine servet katıyor. Ülkenin emekçi kesimleri için temel tüketim ürünlerine ulaşmak gün geçtikçe zorlaşıyor. Resmi rakamlar düşük gösterseler de enflasyon %50’lerin üstünde, işsizlik Türkiye tarihinin en yüksek seviyesinde.
Evet, yaşadığımız ülke Türkiye hiçbir zaman gerçek anlamda demokrasinin, hukukun, eşitliğin hayata geçtiği bir ülke olmadı. Zira yukarıda belirttiğim gibi, her on yılda bir askeri darbelerle demokrasisi kesintiye uğratıldı. Ne yazık ki öncesinden gelen bir devlet refleksi ile son 6-7 yılda halkın tercihleri yok sayıldı ve ülke tek adam yönetimine sürüklendi. Ülkeye dayatılan tek adam yönetiminin ülkeyi getirdiği nokta, adaletsizliktir, işsizliktir, yoksulluktur ve ülke gençliğinin gelecek kaygısıdır. Bundan çıkışın tek yolu, muhalefetin kırmızı çizgilerini terk etmesi ve ülkenin geleceği için asgari müşterekler etrafında hazırladığı bir programla halkın önüne çıkmasıdır.
Unutulmamalıdır ki, bu saatten sonra bunu yapmaktan kaçan muhalefet, bu çöküşün bizzat ortağıdır!