KİMİN SAVAŞI! (4)

Rusya-Ukrayna savaşından dolayı, ikinci emperyalist paylaşım (İkinci Dünya) savaşından bu yana geçen süreçte yaşanan savaş, çatışma ve darbeleri irdeleyerek, bu savaşın gerçek nedenlerini ortaya koymaya çalıştığım “Kimin Savaşı” yazı serimiz devam ediyor. Yazı serimizin önceki üç bölümünde; 1946 yılından 1990 yılına kadar olan süreci, yukarıda belirttiğim en çarpıcı ve dünyada değişime yol açanlarından örneklerle işlemeye çalışmıştım.
Bu yazımızda; Kuzey Atlantik Bölgesi (Kuzey Avrupa) için tehlike olarak gösterilen ve Kuzey Atlantik Paktı’nın (NATO) kurulmasının gerekçesi yapılan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ile onun önderliğinde NATO’ya karşı dengeleyici unsur olarak 1955 yılında kurulmuş olan Varşova Paktı’nın 1990 yılında dağılmış olmalarından dolayı, kuruluş gerekçesi ortadan kalkmış olan ve doğal olarak dağılması gereken NATO’nun devamını sağlamak üzere, NATO’nun müdahale edebileceği anlaşmazlıklar ile çatışmaları körüklemenin örneklerini ortaya koymaya çalışacağım. Çünkü tüm bunlar bilince çıkarılmadıkça, bugün devam eden savaşın başlamasına giden sürecin sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesi mümkün değildir. Taktik çok basitti: göze kestirilen ülkeler karışacak, diktatör yönetimler acımasızca tedbirlerle gösterileri bastırmaya çalışacaklar, sözde insan hakları, barış, demokrasi ve özgürlük savunucusu NATO müdahale edecekti. Böylece savaş örgütü NATO, insan hakları ve barışın koruyucusu rolüyle varlığını sürdürecekti. Bu nedenle, ben bu yazı serisinin bundan sonraki kısmında, SSCB’nin dağıldığı 1990’lardan günümüze, çatışma ve savaşlardan örnekler vereceğim. Özellikle 1955-1990 yılları arasında, dünya genelinde gizli faaliyetleri ile ülkeleri karıştırıp darbeler yaptırırken, çatışmalarda aktif rol üstlenmeyen NATO’nun yeni dönemde bu pozisyonunu terk etmesi üzerinde duracağım.
Batı Trakya’da Avrupa’nın ortasında sosyalist bir devlet olan Yugoslavya:
İkinci emperyalist paylaşım savaşında Nazi Almanyası işgaline karşı direnen partizan gruplarının lideri konumundaki Josip Broz Tito önderliğinde kurulan Sosyalist Federal Cumhuriyet. Sosyalist olmasına rağmen soğuk savaş döneminde tarafsız bir politika izleyen ve bağlantısızlar hareketinin başını çeken devletlerden biri olan Yugoslavya, NATO içinde bulunan bölge ülkeleri Fransa ve Almanya başta olmak üzere, batı blokunu rahatsız ediyordu. Bu rahatsızlıkla, ülkenin komşuları olan batı devletleri sürekli olarak ülke içindeki etnik farklılıkları kaşıyıp, halkları düşmanlaştıran mikro milliyetçiliği körüklediler. Körüklenen etnik milliyetçilik hareketi, 1980’li ve 90’lı yıllarda Yugoslavya Sosyalist Federe Cumhuriyeti’ne üye ülkelerin bağımsızlık talep etmelerine yol açtı. Nihayetinde 1991 yılında Yugoslavya’da iç savaşlar yaşandı ve ülke parçalandı. Özerk cumhuriyetlerin var olan sınırları doğrultusunda gerçekleşen parçalanma sonucu 7 ayrı egemen devlet ortaya çıktı. Ancak Sırbistan’a bağlı özerk bölge olan Kosova’nın bağımsızlık talebi, etnik temizliğe varan çatışmalara yol açtı. Sonuçta NATO’ya üye 13 devlet Sırbistan’a hava saldırısı başlattı. Bu saldırı, etnik temizliğe karşı yapılmış görünse de gerek NATO sözleşmesi gereğince üye bir devletin saldırıya uğraması şartına bağlı olmaması gerekse Birleşmiş Milletler’den karar çıkartılmamış olması dolayısıyla uluslararası hukuk yönünden tartışmalı bir müdahaledir. Elbette insanlık suçu işleyen ve toplu katliam yapan Sırbistan’ın durdurulması gerekiyordu. Ancak müdahale BM gözetiminde uluslararası bir koalisyon tarafından yapılmalıydı. Yani müdahalenin kendisi değil, seçilen yöntem ve kullanılan askeri güç yanlıştı. Zira bu saldırının asıl hedefi, Rusya’ya yakın duran Sırbistan’ı mümkün olduğunca zayıflatarak teslim almaktı. Sonuç olarak, Avrupa’nın ortasında bölgesel öz yönetimin güçlü olduğu sosyalist bir Federasyon olan Yugoslavya, dışardan kışkırtılan mikro milliyetçi çatışmalarla 7 parçaya bölünerek parçalar halinde batı hegemonyasına girmiş oldu.
İkinci Körfez Savaşı:
2000’li yılların başında, ABD ile İngiltere’nin başını çektiği uluslararası koalisyon tarafından daha önce Kuveyt’ten çıkarılmış olan Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğuna dair yoğun bir propaganda yürütüldü. Acil müdahale edilmezse bu silahların koalisyon ülkeleri başta olmak üzere, birçok ülkenin güvenliğini ciddi şekilde tehdit edeceğini ileri süren bu devletler, 2003 yılının Mart ayında bu ülkeye yönelik işgal hareketi başlattılar. İşgal sonrası ABD ile Iraklı İnceleme Grupları, Irak’ın kitle imha silahı programını 1991 yılında sonlandırdığını açıkladılar. İşgal için bahaneler üretmeye çalışan Bazı Amerikalı görevliler, Saddam Hüseyin’i El-Kaide’ye destek vermekle de suçlamışlardı. Ne yazık ki tüm bu iddialar kanıtlanamadı. Kanıtlanmasına ihtiyaç yoktu, çünkü dönemin ABD başkanı George W. Bush, Tanrı’nın kendisine Saddam’ı devirerek Irak’ı baskıdan kurtarma görevi verdiğine inanıyordu. Nitekim ABD ile birlikte işgalin başını çeken dönemin İngiltere Başbakanı Tony Blair daha sonra yanıltıldıklarını itiraf edecekti. Yine Barack Obama döneminin ABD Dışişleri Bakanı Irak işgalinin hata olduğunu söyleyecekti.
İşgalin başlamasından kısa süre sonra Irak ordusu yenildi, Saddam Hüseyin yakalandı ve kurulan özel mahkemede yargılanarak idam edildi. Elbette Saddam Hüseyin bir diktatördü ve insanlığa karşı birçok suç işlemişti. Suçlarının karşılığı evrensel hukukta neyse onu mutlak suretle çekmeliydi. Ancak Irak’ı işgal etmek isteyen devletlerin, Birleşmiş Milletler kürsüsünden olmayan silahları varmış gibi bağıra bağıra söylemeleri, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’in, içinde beyaz bir toz bulunan şişeyi kürsüde sallamak suretiyle, “İşte Irak’ın Kimyasal silahları!” diye manipülasyona başvurması, savaş çığırtkanlığında sınır tanınmadığının göstergesidir. Tüm bu manipülasyon ve çarpıtmalarla, BM’de kurulan komisyonun araştırmaları sonuçlanmadan Irak’a saldırı başlatıldı ve çocuk, kadın, yaşlı, genç yüz binlerce insanın ölümüne, milyonlarca insanın yerlerinden yurtlarından koparılmalarına, kentlerin yakılıp yıkılmasına, tarihi ve kültürel zenginliklerin yok edilmesine, doğanın katledilmesine sebep olundu. Kısacası insanlığa karşı suç işlendi.
Öte yandan işgal sırasında, Ebu Gureyb hapishanesinde tutulan Iraklı esirlere insanlık dışı işkenceler yapıldığı sonraki yıllarda basına yansıdı. George W. Bush yönetimi, bu işkencelerin orada bulunan personelin istisnai uygulamaları olduğunu ileri sürdülerse de birkaç yıl sonra ortaya çıkan İşkence Notları, ABD Adalet Bakanlığı tarafından işgalden önce hazırlanmış olan, yabancı tutukluların sorgulanmalarında geliştirilmiş sorgulama tekniklerini işkenceyi içerecek şekilde onayladığı ortaya çıktı.
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde, adına Yasemin Devrimi veya Arap Baharı denen yaygın halk protestoları, Mısır, Tunus ve Yemen’de yönetim değişikliğine yol açarken, Cezayir, Ürdün gibi ülkelerde ise birtakım reform düzenlemeleri yapılmasını sağladı. Elbette tüm bu protestolarda, halkın ülke yönetimlerine karşı kabaran öfkesi vardı. Zira yıllardır ülkelerin başına çöreklenmiş dikta yönetimlerin, demokrasi ve insan hakları konularındaki sicil bozukluklarının halkı sokağa döktüğü gerçeği göz ardı edilemez. Ne yazık ki, halkların haklı ve meşru direnişlerini, Batı kendi lehinde kullandı ve kendi adamları olan eskilerin yerine, kendisine bağlılıkta kusur etmeyecek yenilerini koymayı ihmal etmeyerek bölge hegemonyasını pekiştirdi.
Kuşkusuz BOP’un hedefinde bulunan Libya ve Suriye yönetimleri kolay lokma olmadıkları için, bu ülkeler dışarıdan kışkırtmalarla iç çatışmalara sürüklendiler. Şubat 2011’de Libya’da başlayan gösteriler kısa sürede çatışmaya dönüştü. Çatışmalar, başını ABD’nin çektiği batının emperyalist devletlerine fırsat sundu. Zira Batı, 1969 yılında yaptığı darbe ile Libya’da iktidarı eline alan Muammer El Kaddafi ile sürekli sorun yaşıyordu. Yaşanan bu sorunlardan dolayı Libya, ABD tarafından 1981, 1983 ve 1984’te bombalanmıştı. Çünkü Kaddafi, iktidarı ele geçirdikten sonra, yerel meclisler ile merkezi meclisin belirleyici oldukları, adına Libya Sosyalist Halk Cemahiriyesi dediği bir yönetim biçimini uygulamaya koymuştu. Bu yönetim biçiminin ana hedeflerinden birisi, ülkenin zengin petrol kaynaklarını Libya halkı için kullanmaktı. Bunun için yapılan ilk işlerden biri, İngiliz, Fransız ve Amerikan şirketlerinin ellerindeki tesisleri kamulaştırmak ve bu şirketleri ülkeden çıkarmak oldu. Yoksul ve eğitimsiz Libya halkı bu politika sayesinde ciddi gelişme kaydetti. Özellikle kadın hakları konusunda önemli adımlar atan Kaddafi, 16 yaşın altında evliliği yasakladı ve evlilikte tek rızanın kadının kendi rızası olması gerektiği yönünde yasal düzenleme yaptı. Petrol gelirlerini ülkenin imarı için kullandı. Her ailenin sadece bir konut sahibi olması yasasını yürürlüğe koydu. Ailelerin konut sahibi olmalarını sağlamak üzere yatırımlar yaptırdı. Her öğrencinin okuması için karşılıksız devlet bursu sağladı ve öğrencilerin yurtdışı eğitimlerini devlet üstlendi.
Elbette Kaddafi’nin demokrasi ve insan hakları alanlarında büyük eksiklikleri vardı. Muhaliflere karşı acımasızdı.
Ancak Kaddafi’yi Batı’nın hedefi haline getiren diktatörlüğü ve zalimliği değildi. Zira geçmişten günümüze, başta Arap coğrafyasındaki krallık, şeyhlik ve emirlikler olmak üzere, dünyanın pek çok ülkesinin diktatörü Batı tarafından desteklendi. Yani bu saldırının asıl nedeni, ülkenin zengin petrol yataklarının devlet eliyle işletilmesinden duyulan rahatsızlıktı. Bu politika nedeniyle Batı dünyasının petrol kartelleri, Libya petrollerinden elde edecekleri kardan mahrumdular. Tüm bu nedenlerle, Libya hükümetinin Arap Baharı projesi çerçevesinde başlayan gösterilere karşı sert tutum almasını fırsat bilen ABD Dışişleri Bakanı, Fransa Devlet Başkanı, Almanya ve İngiltere Başbakanları ile zamanın Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, 19 Mart 2011 tarihinde Paris’te yaptıkları toplantıda müdahale kararı aldılar. Karar 20 Mart 2011 tarihinde uygulamaya kondu. İlginçtir, Birleşmiş Milletlerden çıkarılan karara dayandırılan, NATO’ya üye olan veya olmayan pek çok devletin katıldığı saldırının komutası, 30 Mart 2011 tarihinde sözde bölgesel güvenlik paktı NATO’ya bırakıldı. 23 Ağustos 2011 tarihinde Başkent Trablus’un koalisyon güçleri tarafından alınmasıyla Kaddafi yönetimi düştü, 20 Ekim 2011 tarihinde yakalanan Kaddafi çetelerin önüne atılarak katlettirildi. Üzerinden 11 yıl geçmiş olduğu halde ülkede kaos ve iç çatışmalar tam olarak bitmiş değil. Yani Batı’nın istikrar sözü ile girdiği Libya’da istikrarsızlık ve Libya halkının birbirini boğazlaması devam ediyor.
Rusya-Ukrayna savaşına giden sürecin iyi anlaşılması için, bitmesinin üzerinden 77 yıl geçmiş olan ikinci emperyalist paylaşım savaşından günümüze, yaşanan savaş ve işgaller ile bunların nedenlerini ve taraflarını irdelemeye çalıştığım, “KİMİN SAVAŞI?” yazı serimiz devam edecek. Görüşünceye kadar hoşça kalın, dostça kalın!