KİMİN SAVAŞI! (3)

Kuşkusuz soğuk savaş döneminde batının, demokrasi savunuculuğunun ve terör karşıtlığının sorgulanmasında turnusol görevi yapan en önemli olay, SSCB’nin, uluslararası hukuk çerçevesinde meşru Afganistan yönetimiyle, imzaladığı antlaşmaya dayanarak, Afganistan yönetiminin daveti üzerine, bu ülkeye asker göndermesidir. Doğrusu uluslararası hukuka uygun bir antlaşmaya dayansa da bu askeri faaliyetin eleştirilecek birçok yanı vardır. Nitekim iki ülke arasında ki antlaşamaya dayanan bu askeri faaliyet, fırsat kollayan, sözde demokrasi ve barış sever batı tarafından işgal olarak dünyaya lanse edildi. Afganistan’ı işgalden kurtarma gerekçesiyle, Ortadoğu’nun Müslüman ülkelerinden mücahit adı altında bölgeye taşınan cihatçı gruplar eliyle, karşı savaş başlatıldı. Bu şeklide Ortadoğu ülkelerinden taşınan ve Pakistan ile diğer bölge ülkelerinde eğitilen, sözüm ona mücahitlerin, başında bulunan Suudi Arabistan vatandaşı milyarder Usame Bin Ladin’in kuracağı El Kaide örgütü sonraki yıllarda uluslararası terör örgütü ilan edilecekti. Afganistan’da Afganistan yönetimi ile SSCB’ye karşı savaşan batı destekli Mücahitlerin kurdukları tek örgüt El Kaide de değildi. Bugün ülke yönetimi teslim edilen Taliban da bu mücahitlerin kurdukları bir örgüttür. 1996 yılında Afganistan’ın büyük kısmında hakimiyeti ele geçiren Taliban, dine dayalı bir yönetim biçimi ile ülkeyi yönetmeye başladı. 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de İkiz Kuleler ile Pentagona yapılan saldırıları düzenlediği iddia edilen, El Kaide Örgütünün lideri Usame bin Ladin ile örgütün diğer liderlerini yakalamak ve etkisiz hale getirmek, bahanesi ile ülke ABD ve onun başını çektiği, güya Kuzey Avrupa’nın bölgesel güvenliği için kurulmuş olan NATO tarafından işgal edildi. 20 yıl süren işgal 2021 yılında, ABD’nin ülke yönetimini Taliban’a bırakarak ülkeden çekilmesi sonucu işgal sözde son buldu.
Afganistan olayında görüldüğü gibi, sözüm ona demokrasi ve özgürlük savunucusu batı, demokrasi ve özgürlük düşmanı, şeriat savunucularını, vekalet savaşında kullanmak üzere, dünyanın değişik, ülkelerinden, savaştırmak istedikleri coğrafyaya taşıyor, eğitiyor, silah ve teçhizatla donatarak savaştırıyor. İşi bittikten sonra ise kendi eliyle kurduğu terör örgütlerini gerekçe göstermek suretiyle, ülkeleri işgal ediyor. Afganistan olayında dikkat edilmesi gereken bir diğer husus ise Varşova Paktı’nın kurulduğu 1955 yılından 1990’lı yıllara kadar savaş ve işgallere direk müdahil olmayan NATO’nun Varşova paktının dağıldığı 1990 yılından sonra bu pozisyonunu terk etmesidir. Zira NATO sonraki yıllar da başka işgal ve operasyonlarda da yer almak suretiyle, varlığına gerekçe oluşturmaya devam edecektir.
Bu yazı serisinin bir önceki bölümüne açıklamaya çalıştığım üzere, İsrail Arap savaşında, ABD ile İngiltere’nin İsrail’e destek vermeleri ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde aleyhinde karar çıkmasını engellemeleri Arap Dünyasını ciddi anlamda rahatsız ediyordu. Bu süreçte Arap dünyasının liderliğini üstlenerek, onları bir arada tutmanın yanı sıra SSCB’ye yakınlıklarını sağlayan Mısır Devlet Başkanı, Cemal Abdünnasır’ın ani ölümü Arap dünyasında boşluğa ve dağılmaya yol açtı.
Öte yandan 1979 yılında İran’da patlak veren ayaklanmayı bastıramayan Şah’ın ülkeyi terk etmesi üzerine, uzun süredir sürgünde yaşadığı Paris’ten ülkeye dönen Humeyni önderliğinde Şii hakimiyetine dayanan İran İslam Cumhuriyetinin kurulması, ABD ile müttefiki batıyı rahatsız ediyordu. Kuşkusuz İran’da İslam’ın Şii mezhebinin hâkim olması, Suni mezhebinin hâkim olduğu Arap ülkelerini de rahatsız ediyordu. Gerek Arap ülkelerinin dağınıklığı gerekse İran’dan duyulan rahatsızlık, ABD’ye birçoğu krallık, şeyhlik veya tek partiye dayanan başkanlık tipi yönetimlerle yönetilen Arap ülkeleri ile ilişkilerini geliştirme olanağı sağladı. Ancak ABD bununla yetinmeyerek ılımlı İslam projesini hayata geçirmeye başladı. Zira ABD bu proje ile bir yandan zengin petrol kaynakları olan Ortadoğu coğrafyasını kontrol etmeyi diğer yandan ise Ortadoğu’dan yakın Asya’ya kadar SSCB ile İran’ı Suni İslam çemberine alacaktı. Bu süreçte Türkiye ile Pakistan’da yapılan askeri darbeler ile Afganistan’da cihatçı savaşçıların desteklenmesi hepsi bu projenin parçalarıydı. Sonraki yıllarda Mısır, Cezayir, Tunus ve Fas gibi Kuzey Afrika ülkelerinde ortaya çıkan turuncu devrimlerde bu projenin sonuçlarıdır.
İran’da ortaya çıkan karışıklık, Irak devlet Başkanı Saddam Hüseyin’i harekete geçirdi. Batının desteğini de arkasına alan Saddam, 1980 yılında iki ülke arasında yıllardır süren sınır anlaşmazlıklarını bahane ederek, bu ülkeye savaş ilan etti. 8 yıl aralıksız süren, 1 milyon insanın ölümüne ve milyarlarca dolar maddi kayba yol açan savaş taraflar birbirine üstünlük sağlamadan 1988 yılında sona erdi. Savaş dönüşü Saddam Hüseyin, İran’a üstünlük sağlayamamış olmanın sorumluluğunu Iraklı Kürtlere yükledi ve Irak Kürdistan’ına saldırılarını arttırdı. Dünyanın seyirci kaldığı bu saldırılarda Saddam, 1988 yılının 16 Martın’da, Kuzey Irak Kürt bölgesindeki Halepçe kentine yönelik saldırı da binlerce Kürt’ü kimyasal gazlarla katletti. İlginçtir, dünyanın birçok kentinde demokrasi ve barış güçleri tarafından düzenlenen gösterilerle bu saldırı protesto edilirken, devletlerden gerekli reaksiyon verilmedi.
İran’la savaşta ülkesinin ekonomisi büyük zarar gören Irak diktatörü Saddam Hüseyin, uluslararası camianın, Kürtlere yönelik kimyasal saldırısına yeterince tepki vermemesinden aldığı cesaretle, Kuveyt’i gözüne kestirdi ve 1990 yılının Ağustos ayında Kuveyt’i işgal etti. Irak halklarını yıllardır zulüm altında tutan ve İran’la 8 yıl savaşırken, silah verilerek desteklenen, kendilerinin verdikleri kimyasal gazlarla binlerce Kürt’ü katlederken diktatör olduğu, zalim olduğu dile getirilmeyen, Saddam’ın, Kuveyt’i işgali ABD ile müttefiklerini harekete geçirdi ve 37 ülkeden oluşan uluslararası koalisyon, Irak’a hava saldırısı başlattı, yaklaşık 40 gün Irak kentleri bombalandıktan sonra kara harekâtı ile ırak, Kuveyt’ten çıkarıldı. Adına Birinci Körfez Savaşı denen bu savaşın başlamasında belirleyici olan, Saddam’ın zalim diktatör, demokrasi, özgürlük düşmanı olması değil, büyük kısmı ABD şirketlerince işletilen Kuveyt’in zengin petrol yataklarıydı.
Küba: Orta Amerika’da 11 milyon Nüfuslu bir ada ülkesi. Ülke; 1933 yılından 1940 yılına kadar askeri gücüyle fiilen, 1940 – 1944 arası ve 1952 yılından, Fidel Castro liderliğinde ki, devrimci direnişin başarıya ulaştığı 1959 yılına kadarda devlet başkanı olan diktatör Fulgencio Batista Zaldívar tarafından yönetilir. Batista’nın 1 Ocak 1959 tarihinde ülkeden kaçmasıyla, zafere ulaşan Küba Devrimi sonrası kurulan Küba Sosyalist Cumhuriyeti, ABD şirketlerinin adadaki yatırımlarını kamulaştırdı. Bu nedenle ABD, Castro yönetimini devirmek için çeşitli girişimlerde bulundu. Batista ordusundan kaçanlarla oluşturduğu derme çatma orduyu silahlandırdı ve Domuzlar Körfezinden çıkarma girişiminde bulundu. Daha sonra da devam eden ABD’nin işgal ve komplo girişimlerini her seferinde boşa çıkaran Küba yönetimi, SSCB ile ilişkilerini geliştirdi. Bunun üzerine, tüm saldırıları geri püskürtülen ABD, Küba’ya 2015 yılına kadar sürecek olan ekonomik, siyasi ve diplomatik yaptırımlar uyguladı. Bununla da kalmayan ABD, gizli servisi CİA aracılığıyla, Küba Devlet Başkanı Fidel Castro’ya karşı defalarca suikast girişiminde bulundu. Ancak girişimleri her seferinde boşa çıkarıldı.
Orta Amerika’nın bir diğer ülkesi Nikaragua: Diktatör Anastasio Somoza’ya karşı yükselen muhalefetin başını çeken, Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN) 1978-79 yıllarında şiddetli bir mücadele yürüttü ve Somoza’nın 1979 yılında ülkeyi terk etmesiyle, yönetimi ele geçirdi. Ancak ABD Küba’ya yaptığının bir başka benzerini yaptı ve FSLN yönetimini devirmek üzere sağcı kontra güçlerini silahlandırdı. Böylece 1981 ile 1990 yılları arasında sağcı kontralarla Nikaragua hükûmet güçleri arasında çatışmalar devam etti. Daniel Ortega başkanlığında ki Sandinista yönetimi bu iç savaşa son vermek üzere, 1988 yılında kontralarla barış görüşmelerine başladı, 1989 yılında Tela Anlaşması imzalandı ve FSLN ile Kontra güçleri karşılıklı olarak silahsızlandırıldılar. 1990 yılında yapılan seçimleri karşı blokun kazanması üzerine, FSLN yönetimi devretti. 2006 yılında başkanlık seçimlerini tekrar kazanan Ortega halen devlet başkanlığı görevini sürdürmektedir.
Bu iki ülkeye karşı girişilen saldırıların yanı sıra Güney Amerika ülkesi Arjantin’de 1976’da yapılan askerî darbe ABD tarafından desteklendi. Özellikle 1980 yılında genelkurmay başkanı olan Leopoldo Galtieri döneminde cunta yönetimi tarafından yürütülen kirli savaş sürecinde parlamento, sendikalar, siyasi partiler ve yerel yönetimler kapatıldı. Cuntanın yıkıcı güçler adını verdiği sol kesimden on binlerce insan kaybedildi, işkence ve kitlesel idamlar sıradanlaştı.
Karayipler’deki küçük ada ülkesi Grenada, Marksist yönetimini görevden uzaklaştırmak üzere, 1983 yılında ABD tarafından işgal edildi.
1903 yılında ülkeden geçen Panama Kanalı’nın kontrolü için, ABD’nin desteği ile Colombiya’dan ayrılarak, bağımsız bir devlet olan orta Amerika ülkesi Panama, 1993 yılında ABD tarafından işgal edildi ve yönetimi değiştirildi.
Kendisi Amerika kıtasının kuzeyinde olan ABD, arka bahçe olarak gördüğü Amerika kıtasının güney ve orta kısmında yer alan, devletlere müdahaleleri ile bölge de hegemonya tesis etme gayretinden hiçbir zaman vazgeçmedi. Kuşku yok ki, ABD’nin kıta devletlerine yönelik müdahaleleri yukarıda belirttiklerimle sınırlı değil. Bir başka deyişle, Kıtanın Güney ve orta kısmında bulunan devletlerin tamamı gelişen halk hareketlerini bastırmayı veya kendisine biat etmeyen yönetimi işbaşından uzaklaştırmayı hedefleyen ABD’nin direkt veya dolaylı müdahalelerine zaman zaman maruz kaldı.
Rusya – Ukrayna Savaşı dolayısıyla güncel bir konu olan, savaş ve işgalleri hatırlatmak gerektiğinden hareketle yazma gereği duyduğum “Kimin Savaşı?” yazı serimiz devam edecek. Tarihi bir süreci gerçek yönleriyle işlemeye çalıştığım bu serinin bir dahaki bölümünde buluşuncaya kadar sağlıcakla kalın…