İki önemli olayı ile unutulmayacak tarih: 12 Mart …
Veli BEYSÜLEN yazdı:
12 Mart, Türkiye tarihine damga vuran iki olayın yıldönümüdür. Bunlardan ilki 12 Mart 1971 muhtırası, ikincisi ise 1995 yılında, derin bir provokasyonla başlayan ve katliam boyutuna vardırılan Gazi olaylarıdır. Aslında Türkiye gibi devletin derinliklerindeki yapıların bu tür olaylarda aktif rol oynadıkları bilinen bir ülkede, bu iki olayı birbirinden ayrı değerlendirmek pek olası değildir.
Evet, bugün 12 Mart 1971 tarihinde, emir komuta zinciri içinde zamanın ordu üst kademesinde görev yapmakta olan üç kuvvet komutanı ile Genel Kurmay Başkanı’nın verdikleri sözde hükümete yönelik muhtıranın 49. Yıldönümü. Sözde diyorum, zira muhtıra her ne kadar hükümete yönelik verilmiş gibi gösterilse de sonrasında yaşananlar durumun hiç de öyle olmadığını, asıl hedefin önce 68 devrimci gençlik hareketini ve Türkiye İşçi Partisi’ni, ardından ise Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK’in kurulmasıyla birlikte hızla yükselmekte olan işçi sınıfı hareketini bastırmak olduğunu gösterecekti. Bir başka deyişle; her ne kadar, hükümete karşı verilmiş muhtıra/darbe olarak açıklansa da, bu darbe Türkiye’de dönüşüme öncülük edecek sosyal uyanışın aktif öncü unsurlarına karşı yapılmış olan bir darbedir. Değişimin önünün kesilmesinde ve statükonun korunmasında önemli bir işleve sahiptir. Aslında bu darbe, Türkiye tarihinde yükselmekte olan toplumsal sosyal uyanışın manivela olarak kullanılması ve mevcudun ilerisine geçme şansının yakalanması veya mevcudun korunması, hatta mevcudun bile gerisine gidilmesi gibi iki şıktan birinin tercih edilmesidir. Maalesef sistem sahipleri tercihlerini mevcudu korumaktan, hatta mevcudun gerisine gitmekten yana kullandılar. Nitekim darbeci generallerden zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişinden sonra, “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı.” demek suretiyle, darbe zembereğinin harekete geçtiğinin işaretini vermişti. Zira, gerek dünyadaki hareketlilik gerekse 1961 Anayasasının sağladığı özgürlük ortamının tetiklediği 1960’lı yılların hareketliliğinden dolayı, Türkiye’de dizginler elden kaçmış ve sistemin toplum üzerindeki kontrolünü kaybetmesine yol açmıştı. Sistem çareyi, dizginleri sıkmakta ve iktidarını yeniden tesis etmekte buldu. Bunu yapabilmesi için, öncelikle sosyal uyanışın öncü unsurlarını baskı altına alması ve uyanışı bastırması gerekiyordu.
Dolayısıyla 12 Mart’a sadece hükümeti deviren bir muhtıra ya da darbe olarak bakamayız. Asıl hedefi 1960’larda şahlanan toplumsal bilinci ve direnci kırmaktı. Nitekim, 1965 seçimlerinde tek başına iktidar olan Adalet Partisinin Genel Başkanı Başbakan Süleyman Demirel, birçok konuşmasında 1961 Anayasasından şikayetçi olmuş ve bu Anayasanın topluma geniş geldiğini söylemişti.
Ne gariptir ki, Süleyman Demirel’i görevden uzaklaştıran darbenin hemen ardından Başbakanlık görevini üstlenen, sözde tarafsız Başbakan Nihat Erim hükümeti, Demirel’in şikayetçi olduğu Anayasa’nın özgürlükçü yapısını değiştirmek üzere harekete geçti. Yapılan anayasa değişikliğiyle temel hak ve özgürlükler sınırlandırıldı. Askerin ve yürütmenin eli güçlendirildi. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi askıya alındı ve egemenlik kayıtsız şartsız orduya devredildi. Ordunun talimatıyla oluşturulmuş olan Bakanlar Kuruluna, Meclis denetimine takılmadan kanun hükmünde kararnamelerle ülkeyi yönetme imkânı tanındı. Devlet Güvenlik Mahkemeleri kuruldu. On binlerce insan işkence ve insanlık dışı muamelelere maruz kaldı ve toplum yargı eliyle susturuldu. Kamu Çalışanlarının sendikalaşması yasaklandı, TRT ile üniversitelerin özerklikleri sınırlandırıldı. Bütün bunlar 12 Mart’ın sosyal uyanışı engellemek için topluma karşı yapılan bir darbe olduğunu göstergeleridir.
12 Mart ile ilgili belleklere kazınan ikinci önemli olay ise; tarihe Gazi olayları olarak geçen, bundan 26 yıl önce yani 12 Mart 1995 tarihinde, İstanbul Gazi Mahallesi”nde bir provokasyon sonucu başlayan ve katliam boyutuna vardırılan Gazi olaylarıdır.
Peki, neydi bu olaylar ve nasıl başlamıştı?
Polisin saldırıya kayıtsız kalması üzerine, mahallede protesto gösterileri başladı. Cemevi önünde toplanan kitle, polis karakoluna doğru yürüyüşe geçti ve polisin silahlı müdahalesi başladı. Bu sırada Mehmet Gündüz adlı bir kişi hayatını kaybetti. Olaylar ertesi gün 13 Mart tarihinde de devam etti ve 13 kişi hayatını kaybetti. Bunun üzerine İstanbul Valiliği, 3 mahallede sokağa çıkma yasağı ilan etti. 13 Mart günü ölenlerin büyük bir bölümü, tek kurşunla vurulmuştu. Bu da, polisin öldürme kastıyla hedef gözeterek ateş ettiğinin delilidir.

İki önemli olayı ile unutulmayacak tarih: 12 Mart …
Veli BEYSÜLEN yazdı:
12 Mart, Türkiye tarihine damga vuran iki olayın yıldönümüdür. Bunlardan ilki 12 Mart 1971 muhtırası, ikincisi ise 1995 yılında, derin bir provokasyonla başlayan ve katliam boyutuna vardırılan Gazi olaylarıdır. Aslında Türkiye gibi devletin derinliklerindeki yapıların bu tür olaylarda aktif rol oynadıkları bilinen bir ülkede, bu iki olayı birbirinden ayrı değerlendirmek pek olası değildir.
Evet, bugün 12 Mart 1971 tarihinde, emir komuta zinciri içinde zamanın ordu üst kademesinde görev yapmakta olan üç kuvvet komutanı ile Genel Kurmay Başkanı’nın verdikleri sözde hükümete yönelik muhtıranın 49. Yıldönümü. Sözde diyorum, zira muhtıra her ne kadar hükümete yönelik verilmiş gibi gösterilse de sonrasında yaşananlar durumun hiç de öyle olmadığını, asıl hedefin önce 68 devrimci gençlik hareketini ve Türkiye İşçi Partisi’ni, ardından ise Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK’in kurulmasıyla birlikte hızla yükselmekte olan işçi sınıfı hareketini bastırmak olduğunu gösterecekti. Bir başka deyişle; her ne kadar, hükümete karşı verilmiş muhtıra/darbe olarak açıklansa da, bu darbe Türkiye’de dönüşüme öncülük edecek sosyal uyanışın aktif öncü unsurlarına karşı yapılmış olan bir darbedir. Değişimin önünün kesilmesinde ve statükonun korunmasında önemli bir işleve sahiptir. Aslında bu darbe, Türkiye tarihinde yükselmekte olan toplumsal sosyal uyanışın manivela olarak kullanılması ve mevcudun ilerisine geçme şansının yakalanması veya mevcudun korunması, hatta mevcudun bile gerisine gidilmesi gibi iki şıktan birinin tercih edilmesidir. Maalesef sistem sahipleri tercihlerini mevcudu korumaktan, hatta mevcudun gerisine gitmekten yana kullandılar. Nitekim darbeci generallerden zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişinden sonra, “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı.” demek suretiyle, darbe zembereğinin harekete geçtiğinin işaretini vermişti. Zira, gerek dünyadaki hareketlilik gerekse 1961 Anayasasının sağladığı özgürlük ortamının tetiklediği 1960’lı yılların hareketliliğinden dolayı, Türkiye’de dizginler elden kaçmış ve sistemin toplum üzerindeki kontrolünü kaybetmesine yol açmıştı. Sistem çareyi, dizginleri sıkmakta ve iktidarını yeniden tesis etmekte buldu. Bunu yapabilmesi için, öncelikle sosyal uyanışın öncü unsurlarını baskı altına alması ve uyanışı bastırması gerekiyordu.
Dolayısıyla 12 Mart’a sadece hükümeti deviren bir muhtıra ya da darbe olarak bakamayız. Asıl hedefi 1960’larda şahlanan toplumsal bilinci ve direnci kırmaktı. Nitekim, 1965 seçimlerinde tek başına iktidar olan Adalet Partisinin Genel Başkanı Başbakan Süleyman Demirel, birçok konuşmasında 1961 Anayasasından şikayetçi olmuş ve bu Anayasanın topluma geniş geldiğini söylemişti.
Ne gariptir ki, Süleyman Demirel’i görevden uzaklaştıran darbenin hemen ardından Başbakanlık görevini üstlenen, sözde tarafsız Başbakan Nihat Erim hükümeti, Demirel’in şikayetçi olduğu Anayasa’nın özgürlükçü yapısını değiştirmek üzere harekete geçti. Yapılan anayasa değişikliğiyle temel hak ve özgürlükler sınırlandırıldı. Askerin ve yürütmenin eli güçlendirildi. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi askıya alındı ve egemenlik kayıtsız şartsız orduya devredildi. Ordunun talimatıyla oluşturulmuş olan Bakanlar Kuruluna, Meclis denetimine takılmadan kanun hükmünde kararnamelerle ülkeyi yönetme imkânı tanındı. Devlet Güvenlik Mahkemeleri kuruldu. On binlerce insan işkence ve insanlık dışı muamelelere maruz kaldı ve toplum yargı eliyle susturuldu. Kamu Çalışanlarının sendikalaşması yasaklandı, TRT ile üniversitelerin özerklikleri sınırlandırıldı. Bütün bunlar 12 Mart’ın sosyal uyanışı engellemek için topluma karşı yapılan bir darbe olduğunu göstergeleridir.
12 Mart ile ilgili belleklere kazınan ikinci önemli olay ise; tarihe Gazi olayları olarak geçen, bundan 26 yıl önce yani 12 Mart 1995 tarihinde, İstanbul Gazi Mahallesi”nde bir provokasyon sonucu başlayan ve katliam boyutuna vardırılan Gazi olaylarıdır.
Peki, neydi bu olaylar ve nasıl başlamıştı?
Polisin saldırıya kayıtsız kalması üzerine, mahallede protesto gösterileri başladı. Cemevi önünde toplanan kitle, polis karakoluna doğru yürüyüşe geçti ve polisin silahlı müdahalesi başladı. Bu sırada Mehmet Gündüz adlı bir kişi hayatını kaybetti. Olaylar ertesi gün 13 Mart tarihinde de devam etti ve 13 kişi hayatını kaybetti. Bunun üzerine İstanbul Valiliği, 3 mahallede sokağa çıkma yasağı ilan etti. 13 Mart günü ölenlerin büyük bir bölümü, tek kurşunla vurulmuştu. Bu da, polisin öldürme kastıyla hedef gözeterek ateş ettiğinin delilidir.
