Ülke siyasetinin düşük ve iç karartıcı profili bir bütün olarak yaşam ve mücadele alanlarında yansımalarını buluyor. Sorgulayan, eleştiren ve biat etmeyen herkes gibi ben de gidişattan memnun değilim. Çok küçük bir azınlığın kazandığı, çoğunluğun kaybettiği siyasal koşullar, sosyal, politik ve ekonomik açılardan zorlayıcı olmakla birlikte geleceksizliğe mahkûm edilen yığınların tepkisizliği açmazları büyütüyor. Rant, talan ve israf düzenin sahipleri yığınların tepkisizliğinden faydalanarak ülkeye acı faturalar reva görüyor. Barınma, gıda, sağlık, eğitim ve ulaşım başlıklı temel bir dizi sorunla boğuşuyoruz. Yığınların ‘yaşam standartı’ her geçen gün biraz daha değersizleşirken bunun paralelinde siyasal İslamcı elitlerin şatafat ve konfor alanları genişliyor.
Siyasal İslamcılar biat ve rıza üretme mekanizmalarını görünür kılan politik hamlelerini toplumsal yaşama uyarlamakla meşgul. Derinleştirdikleri sefalet ortamında ideolojik, dinsel ve kültürel hegemonyalarını dayatırken; nüfuz ettiği, uyuşturduğu halk kesimlerinin desteğini arkalayıp ‘toplum mühendisliğini’ içeren projelere geçerlilik kazandırıyorlar.
Sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel açılardan yaşanan sorunların müsebbibi siyasi iktidardır. Bugün büyük ölçüde gücünü konsolide eden iktidarın dayattığı politikaların karşılığında sefalet ortamının ağırlaştığı koşulları yaşıyoruz. Merkezi temsil eden bağnazlığın geniş kesimler nezdinde kabul görmesi, dejenere toplumsallık, zapturapt altına alınan yığınların teslimiyetçi yaklaşımları baskın konsolidasyonun mihenk taşlarıdır. Bu tablonun ortaya çıkardığı ‘rıza ilişkisinde’ aydınlanma eksenli bir kırılma, egemen olanı yapı bozumuna uğratma yönünden politik aksiyon seçenek haline gelemediği müddetçe hayal edilen ‘güzel günler’ uzak geleceğin konusu olmaya devam eder. Sefalet ve paralelinde dejenerasyonun ağırlaşması zayıf olan(lar) için kaçınılmaz şekilde biat etme, egemene öykünme ve dinsel hurafelerin esiri haline gelmeyi koşullar. Anlaşılacağı üzere buradan doğru ‘demokratik’ muhtevalı alternatifler gelişmez; düzenin otokratik yapısallığını, Emevi tutuculuğuna dayanan zeminini ve nasyonal kimyasını pekiştiren süreçler yaşanır.
Herhangi bir konu üzerinden gündemleşen çalışmalarını bütüncül yönüyle irdelemek durumundayız. Düzen muhalefetinin yokları oynadığı, aykırı sesin duyulmadığı ve iç politik denklemin lehlerine sonuçlar ürettiği elverişli koşullarda bile siyasal İslamcılar için rejim inşası istenilen istikamette değil; erkler payanda hale getirilse de toplumsal alanın dönüşümü otokratik yapıyı kabullenme boyutuyla beklentileri karşılamaktan uzak. Kültürel hegemonya meselesinde kemik tabanın ötesine hitap edemediği gibi seküler değerlere karşı düşmancıl politikalarda dikiş tutmuyor. Aidiyetini tabi olduğu iktidara yakınlık ile tanımlayan kemik tabanın düşünce ve davranış özelliği sahibini vuran açmazlar yaratıyor. Bu cenahta çürüme ve yozlaşma had safhada. Kapitalist ilişkilerin kendilerine sağladığı ‘dindarlıkla’ şekillenenler çukurlaşmada sınır, ölçü tanımıyor dersek abartmamış oluruz.
“Dindar nesil’’ rejim inşasının olmazsa olmazıydı değil mi? Gündelik hayatın koşuşturmacası içinde temas ettiğiniz, ilgili sıfata denk düşen unsurları göz önüne getirin. Dindarlık diye öne çıkan pratikleri absürt keşmekeşlik, taklit iğretilik ve lümpen eğilimlerden ibaret şeyler… İktidarlarını mutlaklaştırma yönüyle zayıflık gösteren siyasal İslamcılar açısından kültürel hegemonya meselesi daha çok baş ağrıtır. Bolca mesai harcanan yeni tarih yazımı, güncellenen resmi ideoloji, kurumsal eğitimin niteliksizleştirilmesi at başı giden projelerle karşılığını buluyor ve atılan her adım rejim inşasına hizmet ediyor. Var olan zayıflığın üzeri faşizan politikalara daha çok bel bağlanması ve resmi hukuksuzluk halinin olağanlaştırılması şeklinde kapatılıyor. Deneyimlediğimiz haliyle taşranın merkeze taşınması fecaat sonuçlar doğurdu. Cumhuriyetin oligarşik karakteri de İslamcılara gücünün çok ötesinde yayılım gösterme, örgütlenme ve nihai olarak iktidarlaşma zemini sundu.
Hayat pahalılığıyla boğuşan, eşitsizlik üreten düzende ‘modern köleler’ haline getirilen yığınların ‘hesap sorma’ bilincini tarumar etmenin biricik yolu din tacirliğidir. İktidarın propaganda aygıtları tacirliğin geçer akçe sayıldığı tablolar resmeder. Resmi din faktörü bir zenginleşme aracı olmakla birlikte yığınların karanlığa itilmesinin adıdır aynı zamanda. Bu bağlamda önerilen ‘manevi alan’ bireyin algılarının köreltilmesi, rolünün hiçleştirilmesi ve toplumcu bir karakter kazanmasının engellenmesi işlevi görür. Karl Marx bu durumu en sade haliyle şöyle özetler; ‘’İnsanı insan yapan din değil, dini yapan insandır. Yani din, henüz kendine erişmemiş ya da çoktan yitirmiş bulunan insanın sahip olduğu kendinin bilinci ve kendinin duygusunu oluşturuyor. Ama insan dünyanın dışında herhangi bir yere çekilmiş soyut bir öz değil. İnsan, insanın dünyası, devlet, toplum anlamına geliyor. Bu devlet, bu toplum, dünyanın tersine çevrilmiş bilinci olan dini üretiyor, çünkü kendileri alt-üst olmuş bir dünya oluşturuyor.’’(I) Yine Ali Şeriati egemen sınıfların baskı aracı haline gelen din olgusunu ‘şirk dini’ olarak tarif eder ve şöyle der: ‘’Eğer bir din yetimi korumuyor, kimsesize sahip çıkmıyor, mazlumun sesi ve soluğu olmuyorsa yalandır ve afyondur.’’ (II)
İktidarın eğitim politikaları ile ‘’dindar nesil’’ projesi birbirini takip eden düzlemde vücut buluyor. Pedagojik gelişimi doğru temelde yönlendiren eğitsel süreçlerin yerini okullarda hurafe ve mistik hikâyelerle örülü müfredat alıyor. Türkiye’de eğitim kurumları adım adım bağnazlığın empoze edildiği aygıt işlevi görür. Din konulu derslerin yoğunluğu (Siz buna ‘resmi mezhep dersleri’ diyebilirsiniz) ilk göze çarpan olumsuzluk olarak öne çıkar. İlk, orta ve liselerde zorunlu tutulan ve seçmeli çizelgelere konu edilen din derslerinin saatleri artırılarak öğrencilere dayatılıyor. Bir bütün halinde eğitim kurumlarının İmam Hatipleştirilmesi tehlikesi söz konusu. Müfredata rengini veren bakış açısı bilim dışılıkla somutlaşıyor. Güncel bir örnek olarak MEB’in 2023-24 eğitim öğretim yılı ders çizelgesine bakılabilir. Mevcut din dersleri yetmemiş olacak ki aynı minvalde ek dersler konulmuş ve haftalık 16 saate tekabül eden yoğunlukla icrasına karar verilmiş. Peki, bu derece yoğun işlenen din dersleri öğrencinin eğitsel gelişimine ne gibi bir katkı sunar? Cevabı ortada; zihinsel gelişimi sekteye uğrar, kavrayış ve mantık düzeyi aşağıya çekilir. İstedikleri de böyle bir toplum modeli değil mi? Açlığı, sefaleti, adaletsizliği ve sömürüyü dert edinmeyen, güce tamah eden, nefretini ezene değil kendi gibi ezilene kusan ve gönüllü olarak rejim bekçiliğine meyleden yığınlar toplamı… Siyasal İslamcıların varlık gerekçesi, kurumlaşmasına çalıştığı toplum modeli bu.
Halkın hak ve özgürlükler mücadelesiyle tanış olabilmesinin önüne resmi din faktörüyle set çeken siyasal İslamcılar, Aleviler başta olmak üzere, inanış ve yaşayış tarzı farklı kesimleri asimilasyon cenderesine almaktadır. “Osmanlı da oyun çoktur’’ dedirten alavere dalavereler ile okulları asimilasyon merkezine çevirme projeleri yeni bir dizi uygulamayla gündemde. Müftülük binaları ve camilerde vakit geçirmesi gereken payanda unsurları MEB aracılığıyla okullara musallat eden pratik revaçta. ÇEDES protokolü (Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum) isimli çalışmayla bu hedefleniyor. MEB, DİB ve Gençlik Spor Bakanlığı ortaklığında pilot seçilen illerde başlatılan çalışma kapsamında diyanet görevlileri ‘’manevi danışman’’ kisvesiyle eğitim kurumlarına angaje edildi. Öğrencilerin dini etkinliklere katılımını teşvik etmeyi amaçlayan proje MEB bünyesindeki okulları diyanetin arka bahçesine çevirmek anlamı taşıyor. Konu din tacirliği olunca kanun dışılığı sorun etmeyen faydacılık öne çıkıyor. İlgili proje Eğitimde Birlik Yasasına (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) aykırıdır ve anayasa ihlali niteliğindedir. MEB’in yetki ve hükümlülük alanları diyanete teslim ediliyor. Eğitimin öğretmenler aforoz edilerek pedagojik yetkinliği olmayan dinci unsurlara devredilmesi, diyanetin amacı dışında yetkilendirilmesi kabul edilemez. Tarikat kadrolarının cirit oynattığı MEB sorunsalı ortada dururken diyanet görevlilerinin mevcut tabloya eklemlenmesi eğitim kurumlarının yaşadığı sorunları daha fazla ağırlaştırır.
Okullarda konumlanan diyanet görevlileri ‘’manevi danışman’’ vasfıyla tarikat tipi örgütlenmeye alan açacak, dini referanslara göre öğrencileri kategorize edecek ve iktidarın müfettişi rolü oynayacaktır. Projenin tüm okullara uyarlaması halinde dini dar tarikatların okul okul fişleme yapma imkânına erişimi kolaylaşır. Öğrenci ve öğretmenleri hedef alan müslüman-mürtet, milli-gayri milli listeleri tarikat-cemaat localarında dolanıp durur. ÇEDES, dini argüman ve araçlarla öğrencilerin tek tipleştirilmesinin ifadesidir. Fiili olarak MEB bünyesindeki okulların tarikat-cemaat örgütlenmelerine açılmasıdır.
Tepkimizi, bu türden projeleri kabullenmeyeceğimizi eşitlik, adalet ve özgürlüklerden yana olan tüm güçlerle birlikte eylemli şekilde göstermeliyiz.
————————————————————————–
I- (Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı 1843-1844)
II- (Ali Şeriati, Dine Karşı Din)