Fanatizm
Gökhan KÜÇÜK yazdı:
Bir gün, aniden geldiler. Bir karga bulutu gibi. Her şeyin değişeceğini, daha iyi olacağını söylediler. Bu onların ilk yalanıydı. İnanmak zorunda kaldığımız bir dizi yalanın da ilkiydi.
Birkaç gün önce, yani Kurban Bayramı’nın ikinci günü, Recep Tayyip Erdoğan‘a tutku derecesinde düşkün ve bağlı olan bir arkadaşım bayram vesilesiyle ziyaretime geldi.
Huyunu suyunu bildiğim için, hoş geldin faslı bittikten sonra kendisine, “Siyaset üzerine konuşmak istemediğimi” söyledim. Çünkü fanatizm ‘sorgulamayı, eleştiriyi, hoşgörüyü sınırlandıran’ bir eğilimdir. İtiraz etmeyen, eleştiri ve fikri münakaşaya dayanma gücü olmayan ve telkin edileni koşulsuz kabule odaklanan bireyin, doğruyu yanlıştan ayırt edebilme ve kendisine iletilen bilgiden şüphe duyma yetisi hemen hemen kaybolmuştur.
Ziyaretçim sözlerimden alınsa da belli etmemeye çalıştı; havadan sudan muhabbet etmeye başladık; fakat çok geçmeden, “huylu huyundan teneşirde vazgeçer” atasözünü ıspatlarcasına konuyu gene Erdoğan’ın yüceliğine ve AKP’nin Türkiye’yi çağ atlatmasına getirdi.
Fanatizmin bir diğer kötülüğü de, fanatikliğin artması oranında özgürlük giderek azalmaktadır. Bir şahsı aşırı derecede sevmek ve ona tutkuyla bağlanmak özgürlükten fedakârlık ederek bireyin kendisinden taviz vermesidir.
Söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama siyaset gibi bıçak sırtı bir konuyu, istemeyerek de olsa, iflah olmaz bir fanatikle tartışmaya başladım.
AKP iktidar olduğundan bu yana geçen tüm bu süre boyunca, yanlış bulduğum ve hatalı gördüğüm ne varsa bilmem kaçıncı kez anlattım kendisine. Ama nafile… Her zaman olduğu gibi Nuh dedi, peygamber demedi. Fakat pes etmedim. Israrla üzerinde durmak istediğim bir konu vardı ve buradan hareketle kendisine şunu sordum: “Yaşıtım sayılırsın, çoğu kez söylediklerin kahvehane muhabbetinden öteye geçmese de şu ya da bu şekilde siyasetle de ilgileniyorsun, yani az çok AKP’den önce cereyan eden siyasi iklimi ve toplumsal atmosferi hatırlıyorsun değil mi?”
Sözü nereye getireceğimi kestirememenin endişesi ile başta biraz duraklasa da sonra lakayt bir tavırla “evet, hatırlıyorum” dedi. Devam ettim: “O hâlde bir zahmet söyler misin bana, AKP iktidarından önce Türkiye’de bu denli bir kutuplaşma var mıydı?”
Nietzsche’nin sözleriyle, “Canavarlarla savaşan kendisinin de bir canavara dönüşmemesine dikkat etmelidir.”
Sağ-sol kutuplaşmasından dem vurarak konuyu geçiştirmeye çalıştı fakat hemen itiraz ettim: “Hayır!” dedim; “Sağ-sol çatışmasını sürdürenler örgütlü insanlardı, halk her türlü kamplaşma ve kutuplaşmadan uzak insanlardan oluşuyordu, bugün neredeyse birbirlerinden nefret edecek raddeye geldiler, sence bunun sorumlusu kim?”
Cevabını bildiği hâlde kaçak dövüşmeye devam etti. Sanki önünde bir prompter vardı ve ekrandan önceden hazırlanmış bir metin taslağını okuyordu.
Fanatik tavırda, bütünü göz ardı etme, kategoriler oluşturma ve diğerlerinden ayrıştırma eğilimi vardır. Öyle ki eylemin karakterini belirleyen doğrular veya hakikatler değil kişinin dogmatik iddilarıdır ve iddiaların gerçekliğinden ziyade inandırıcılığı önemlidir. Bunun için üretilen duygusal, abartılı ve sloganik dilin etkisi, şimdinin inanç ve eylem düzeyinde kötülüğü ve kendisine merkezîlik atfeden bir gelecek ideali fanatiğin bilinç dünyasına sürekli aşılanmaktadır.
Muhabettin hâlâ törpülemem gereken bazı pürüzlü tarafları vardı. Bu sebepten ötürü çatısına sığınmış olduğum bilgi dağarcığımın da yardımıyla rakibimin malumatfuruşluğunu yerle yeksan edeceğini düşündüğüm özel bir düşünce demetini kendisine taktim ettim. Şimdi iyiden iyiye kaygılı görünüyordu; gerçi bu, başlattığı her tartışmadan sonra büründüğü klasik ruh haliydi; fakat ben, onun bu kaygılarını paylaşmak niyetinde değildim.
Kısa bir sessizlikten sonra son kozunu da masaya sürdü. Doğrusu bu ânı bekliyordum. Çünkü kendisi ile buna benzer birçok tartışmaya imza atığımız için hazırlıklıydım.
“Türkiye, AKP’den önce bir nevi mağara dönemini yaşıyordu. AKP sayesinde gelişim sağlandı, adeta çağ atladık, karne ile ekmek satılan dönemi duymuşsundur sanırım, sansür ve tahakkümden bahsediyorsun ama AKP’den önceki baskı ve sansürden nedense hiç söz etmiyorsun.” dedi gururla!
Kabaca kendisine anoloji hatası yaptığını (Bu, bu zamana kadar tartıştığım tüm AKP sempatizanları için geçerli bir olgu) ekmeğin karneyle II. Dünya Savaşı sürerken dağıtıldığını, o yıllarda Yunanlıların yemek artıkları bulabilmek için çöpleri karıştırmak zorunda kaldıklarını ve Avrupa’nın birçok ülkesinde de savaşa bağlı bir kıtlığın söz konusu olduğunu hatırlattım kendisine ve İngiltere’nin Margaret Thatcher ya da bir başka deyişle ‘Demir Leydi’ döneminden ve çeşitli ülkelerden örnekler gösterdim.
Kendi ideolojisini mutlak hakikat kabul eden buna karşın diğerini ötekileştirerek fikirlerine doğruluk payı vermeyen, tahammül de edemeyen bireyin ahlakî ve erdemli bir toplum oluşturması zordur. Oysa bir bilgi, doğru bir şekilde seçilir, sorgulanır, değerlendirilir ve düşünceye dönüşürse yargılama gücü yüksek makul bireylerden oluşan bir toplum inşa edilebilir. Çünkü fanatizm aynı zamanda gönül verilen siyasî oluşuma bağlılık, yeterince düşünmemek, öz eleştiri ve empati yapmamak ve farklı düşünceler üzerine düşünme gereksinimi duymamaktır.
O ilk baştaki fiyakalı halinden ve laf ebeliğinden eser kalmamıştı. Söylediklerimi için için onaylasa da, düşüncelerinde ve duruşunda bir milim sapma olmamıştı; itiraf edecek olursam bunun böyle olacağını biliyordum zaten. Çünkü Fanatizm, birey olmanın önündeki en büyük engeldir.