Dans et
Özgürlük uğruna canlarını veren İran Kadınları’na…

Çıkarıp at üzerinden eski zamanları, sırçaları indir raftan, kokuları özgürleştir. Yıkama, bırak zamanın tozları bulanmış ellerini. Kilitleri kır, sandıkları aç; ne var ne yok dökülsün ortaya. Şaşır, sevin, hüzünlen… “İyi ki yapmışım” de, “iyi ki sevmişim!”
Zamanlardan Eylül olsun, mesela, gül dalından kurutulmuş bir akşam olsun. Bir şişe aç, bir plak koy pikaba, uyarına gelirse şehnaz bir şarkı çalsın. Bir süreliğine olsun, kederleri koy bir kenara, şarkı söyle, sarhoş ol. Dans et!
Sokağa çık, mücadeleye omuz ver, umudu büyüt. Korkmuş çocukların elini tut, kediye su ver, köpeğe sarıl. Saçını kes, elbiseni kes, hayınla, muhannetle selamı kes; umudu kesme. Bir yol düşü kur, o güzel ülkeye, aç kanatlarını özgürlüğe, bağır, çığlık at, yıkılsın zulmün duvarları. Belki tren sizin oradan geçer, belki biri bilir seni, sever kardeş gözlerinden, sıcak bir somunu bölüşür gibi.
Camın buğusuna adını yazıyor bir çocuk, bir dağ menekşesi çatlıyor umudun rahminde. Durma, dans et!
Eskilerin geçer dedikleri zaman geçti, şimdi oldu. Sen yüklendin geçmişin yükünü, kahırlandın. Oradan geçiyordun, tesadüfen; ya da yol seni buldu, yürümekten başka çaren yoktu. Bir sokakta buldun kendini, tanıdık, biraz tekinsiz. Oluklardan yağmur, camlardan insan suretleri akıyor, film şeritleri, fısıltısı makinelerin; fersiz gözlerden öte, meraklı, ürkek, korkulu… Korkmuş, belki ağlamışsındır, kuru bir yaprak, kırılıp dökülmüştür yüreğinin incesinde. Kolunu şöyle kaldırmış, gözlerini yummuşsundur. Haydi aç gözlerini, umuda aç, direnmenin şafağına aç. İblisler uyanmadan uykularından, bir ateş yak, dans et.
Bir sabah gün doğmadan uyanmışsındır, bir ses bölmüştür uykunu, ilk gençlik anılarından bir resim girmiştir aklına, eski bir oyundan alınma imgeler, uzak yakın. İçini yakan bir geç kalmışlık duygusuyla telefona koşmuş, birini aramak istemişsindir heyecanla; sesin donmuş, kırılmıştır, ellerin gitmez olmuştur işe güce… Korkmuşsundur belki işiteceklerinden, iblisin suçlarından.
Dışarı çıkmadan önce en yeni elbiseni giymişsindir, hayatı hücrelerinde duyumsatan şarkılar mırıldanmışsındır, ölüme uzak, ölüme inat. Eski sinemanın önünden geçmiş, yırtık afişlere bakmışsındır, hüzünlü bir sevinçle çarpmıştır kalbin, giden gelirmiş gibi yerine.
Aldanmak, avunmak istemişsindir belki, sonsuz bir uykunun kucağında. Hayat böyle demişsindir, insanlar olduğu gibi, zaman dost, kimi zaman düşman. Sorgulama, dans et.
Bugün ne olsam diyorsun, bıktım hep aynı yüzü görmekten, aynı yolları tepmekten. Okul çocuğu ol mesela, saçlarında beyaz papatyalar. Pabuçların eskimiş, olsun!
Üzülme, her şey eskir, değişir zamanla. Sen hep yeni kal, yenilenmeye teşne.
Umutlardan kilim doku, sar insanların cümlesini; iyisini, kötüsünü! Madem ki böyledir dünya, bu devasa yapı, yerçekimi, gök çekimi, yıldızlar, balıklar… Okul çocuğu ol, annen saçını tarasın, dişini fırçala, tırnakların kısa ve temiz olsun. Kalem kutunu kaybetme, beslenme çantanı unutma. Kalemini aç, suluboyanı sev, boya her şeyi renk renk!
Okulu kır, sınıfta kalmaktan korkma; kırlara çık, deniz kıyısına koş. Dans et!
İçinde bir sıkıntı vardı o gün, hüzün mü, keder mi…
Yalnızlığı da düşün, kimsesizliği, acının türlü türlü halleri var; baksan görülmez, görsen yorulmaz. *Bir mendil kanıyorsa eğer, insan da kanar.
Yola çıktın, adımların gitmiyordu, o kadar ağır. Dönüp durdun çevrende. Öylece kalakalmıştın yolun orta yerinde. İnsanlara bakıyordun, yanından, yörenden geçip giden. Bağırmaya utanıyordun, aklına gelmiyordu yahut. Yaşlar boşandı birden gözlerinden, kahırlanmış ya da korkmuştun. O gün içinde bir sıkıntı vardı, bir taş kadar ağır, kararsızdın.
Seni tanısaydım dost, yarandan öperdim. Yağmur olur, çocuk saçlarından akardım, olsaydık aynı göğün altında.
Dışarıda bekleyen biri var, sen bunu bilmiyorsun. Zaman git gide küçülüyor, bir kelebeğin nefes alışı kadar, sığınağında ömrümüzün. Gözlerinden gitmiyor gölgesi çırpınan kanatların, sen bunu biliyorsun. Onun için kaçıyorsun ilk sevişmelerin şehrinden. Çünkü kan bulaşmış leylaklara, dişlerinde kan kokusu var. Bu yüzden gelmiyor bu şehre bahar.
Yazıda otlayan kuzuların tedirginliği üzerimizde, celladımız da geldi, ne güzel!
Şimdi bu sensiz şehre karlar yağacak. Şimdi sensiz bu şehre kanlar yağacak. Onun için sevişmeli dört nala.
Bir gün daha bitti, sen yoksun. Yaz bitti, o bildiğin sevinçler yok artık. İhanetin acılığı ağzımızda, hadi toparlan.
Bu yorgun, bu kırgın şehir artık bizi taşımıyor. Kediler de gitti!
*Mendilimde Kan Sesleri – Edip Cansever