Cumhuriyet’i anlamak (I)
Başlık tümüyle ironiktir, o yüzden hiç takılıp kalmayın. Bu başlıktan anlaşılacak olan bir gazete olarak Cumhuriyet’in temel ideolojik tutumu ve simgesel değerleri değil, ideolojinin ve simgelerin nasıl herkes tarafından keyfine göre evrilip çevrildiğidir. Zira Cumhuriyet’in simgeleri ahlaken ve siyaseten sahiplenme ve geliştirme konusunda çok da dişe dokunur bir tavrı olamamıştır. Olan daha çok bir gazete müsameresi şeklinde tecelli etmiştir ki, zaten süreç içinde gerileyişi de bunu gösterir. Ama her zaman bir kadro hegemonyasında, içinde küçük kadrocuklarla örülü bir gazete olmuştur. Ekiplerin ekiplerle denge oyunu, ilkelerin ötesinde gelişmiştir. Belki de bu yüzden, Türkiye’nin merkez ve merkez sol okur kitlesini kucaklamakta hiçbir zaman potansiyelini değerlendirememiştir.
Evin başköşesindeydi ama…
Bizim evde ben okuma yazmayı söktüğüm günden itibaren en az beş gazete olurdu. Ben ve kardeşim ortaokula geldiğimizde bu sayı ikiye katlandı. Okul harçlığıyla bu kadar gazete alabiliyorduk. Cumhuriyet ile ailem sayesinde tanıştım, babam ve annem için Cumhuriyet cumhuriyetti! Yani bizi ne kadar severlerse cumhuriyeti o kadar severlerdi, bu sebeple de gazete olan Cumhuriyet’i de… Uğur Mumcu’yu mesela, Melih Cevdet Anday’ı mesela, Hıfzı Veldet Velidedoğlu’nu mesela… İyi eğitimli olduklarından mı yoksa goygoyculuğu sevmediklerinden midir nedir, mesela İlhan Selçuk’u o kadar da çok severek okumazlardı ama bu gazeteye elalemin yanında toz da kondurmazlardı!
Oylarını hep CHP’ye verirler, ama CHP’yi eleştirmekten de hiç geri durmazlardı. Bir şeylerin aksadığını düşünürlerdi. Biz de o ilk gençlik yıllarımızda Cumhuriyet’te biraz önce adını saydığım yazarları okurduk ama hiçbir zaman ilk elimize aldığımız gazete olmazdı Cumhuriyet. Yarı şaka yarı ciddi, “Ya İlhan Selçuk’un bir yıl önce yazdığı yazıyı kes bugünküne yapıştır, kimse fark etmez, okur gider” derdik. Bizimkiler de biraz mahcup gülerdi hep… Ve hep aynı şeyi tekrarlarlardı: “Cumhuriyet olmazsa, cumhuriyet de olmaz!”
Simgeler değil kadrolar kadük
Yıllar geçti, bir alışkanlık olarak Cumhuriyet hep bizim eve girdi. Cumhuriyet, tıpkı cumhuriyetin kurucu kadrolarından sonra kalitesizleşen, kurumsallaşmak yerine kadükleşen bir bürokratik kafanın hegemonyasında gidiyordu. Hiç dönüşmüyordu. Belki ‘Kitap’ ve ‘Bilim’ ekleri biraz heyecan yaratmıştı… Sektör ekleri çuvallamıştı. Yani bugün buradan bakınca öyle görünüyor en azından… Ama şu bir gerçek ki, kendini yenilemeyen, yenilemek isteyenleri o Devlet Malzeme Ofisi memuru kafasındaki yönetimi ve çalışanlarıyla dışlayan bir yer oldu bu gazete… Ekol falan deniyor da, o ekol bence Cumhuriyet’e rağmen birkaç gazetecinin çabası, yoksa hangi ekol? Ya da evet ekol ama işte simgeler üzerinden hep aynı mottoları tekrarlayarak idare eden bir ekol!
Cağaloğlu’da o ahşap bina…
Sanırım ilk kez lisede gitmiştim Cumhuriyet binasına… Duvar gazetesine bir röportaj için miydi, sanırım öyleydi. Cağaloğlu’daki ahşap binada yanılmıyorsam yazı işlerinden birkaç kişiyle sohbet etmiştik. Öyle bir hayranlık hissiyle gitmedim, zira biz başka bir ‘ekol’dendik. Orada ilk hissettiğim duygu, Cumhuriyet ile ilgili en olumlu anım oldu, evet bir snobluk da vardı ama sanki biraz dinamizm de hissettim ya da gençtik, öyle gelmişti. En azından bizi kabul edecek kadar bir mütevazılık vardı.
İkinci gidişim lisedeydi. Bu kez İFSAK ile ilgili bir şeyler için… Sinema bölümü başkanıydım galiba ve bu sebeple Atilla Dorsay ile bir sohbete gitmek zorunda kaldım! Hiç eğip bükmeyeyim, Atilla Dorsay’ı bir sinema eleştirmeni olarak hiç de beğenmezdim. Alternatifsizlik sayesinde bir ‘sinema uzmanı’ olduğunu o yaşlarda düşündüm. O kendini beğenmişliğinden ise anında uyuz oldum. Zira Çağdaş Sinema, Yeni Sinema gibi yayınların çıkmış olduğu bir ülkede, bu denli sıradan izlenimci eleştiri yazarak bu gazetede alternatifsiz olması, bu ülke açısından üzücüydü. Ve orada Cumhuriyet’in ‘ekol’ olmasından dolayı, böylesi simgesel bir gazetede hasbelkader yer almış gazetecilerin nasıl nemalandığını gördüm. Yazı işleri ve çalışanlardaki heyecansızlık ve renksizlik, sanki her şeyin biraz daha ağır çekim geliştiği bir ortam… Orası Cumhuriyet’ti, kapılandın mı, ‘ekol gazeteci’ olurdun. Her türlü gazetecilik üzerine üç beş cümlelik dandik analizlerle ahkam kesebilirdin. Genel olarak sektördeki kültür ve birikim düzeyi zaten düşük olduğundan gideri de vardı hani! Bir basamak değildi henüz, her ne hikmetse bir ‘ekol’dü! Sabrettin mi, ileride başka bir gazetede yüksek ücrete iş bulma platformu olması için daha biraz zaman geçecekti.
Rakipsiz bir kulvarda niye fren?
12 Eylül öncesinde güçlü sosyalist örgütlerin günlük gazeteleri vardı. Bu sebeple bizim ilk okuduklarımız onlar olurdu. Ama hemen belirteyim o zamanlar Dünya henüz bir ekonomi gazetesi değildi ve mesela ben onu yine Cumhuriyet’ten önce okumayı tercih ederdim. Cumhuriyet’in mizanpajı biraz iterdi hep ve tabii ki biteviye aynı cümlelerin tekrar edildiği köşe yazıları da… Ama 12 Eylül sonrasında bu ülkenin yurtseverleri için alternatifsiz bir gazete oldu. Hiç yabana atmayın birkaç yüz bin satabilecek bir gazete de olabilirdi, eğer ki bunu isteseydi. Tabii ki o kadrolara taze ve farklı bir ruh katacak yeni kadrolarla.. Ama yönetim ve yazı işleri böyle bir dönüşüme izin vermeyi ne hikmetse istemedi. Eğer ki ‘okur adına’ muhafazakarlık yapmak yerine denenseydi, çok farklı bir yerde olabilirdi bu simgesel gazete!
Aktörleri sıkıcıysa hikaye de sıkıcı
Ben Cumhuriyet’i tanıştığım günden itibaren, bazı dönemleri hızlı geçerek, anlatmayı amaçladım. İçinde hiç olmadım, olamazdım; zira öyle bir ‘rol’e bürünmek ve birilerinin ‘çağdaş gazetecisi’ olmak gibi bir hedefim hiç olmadı. Yine de bir okur olarak ve yakından ilgilenmiş bir gözlemci sıfatıyla, bu gazeteyle tanışmamla başlayayım dedim. Cumhuriyet tefrikası olarak devam edeceğim bu birkaç yazıyla, aslında bir gazetede olup bitenleri, bir siyasi-ideolojik fonla gizlenmiş bir hikaye olarak anlatmayı deneyeceğim. Zira aslında hikaye siyasi ve ideolojik değil; oldukça ahlak ve meslek ahlakı eksenli…
Aslında oldukça sıkıcı bir hikaye ama aktörler sıkıcı, sebep aslında bu…
Süleyman KARAN