Bloke edilmiş siyaset, ülkenin sorunlarını çözemez!
Veli BEYSÜLEN yazdı:
Yaşım itibariyle yaklaşık 50 yılını bildiğim Türkiye siyaseti, hep vesayet altında oldu. Bugün yaşanmakta olan siyasi tıkanıklığa ışık tutabilmek için, geçmişte yaşananları kısmen de olsa bilmekte yarar var diye düşünüyorum. Bu yazıda özellikle, 1950’lerden günümüze Türkiye siyasetini dizayn eden dönüm noktalarına değindikten sonra, bugün yaşananları değerlendirmeye çalışacağım.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren tek parti çatısı altında bloke edilen siyaset, 1940’lı yılların ortasından sonra çok partili sisteme geçmiş olsa da, siyasi yelpazenin merkezinin dışına çıkmaya çalışan etnik, dini ve sınıf eksenli siyasi anlayışlar, hep baskı altına alındı. Özellikle merkezin dışında siyaset yapmayı düşünen sol siyaset ağır baskılara maruz kaldı.
Türkiye’nin NATO’ya üye olduğu 1950’li yıllarda, üye olunan emperyalist paktın dünya politikasına uygun olarak, ülke de savaşa ve silaha, dolayısıyla emperyalizmin savaş örgütü NATO’ya karşı olan aydın ve entelektüel çevre yoğun bir şekilde baskı altına alındı. Bundan dolayı, genç cumhuriyetin çok olmayan yetişmiş beyin gücünün önemli bir kısmı, ülkeyi terk ederek sürgünde yaşamak zorunda kaldı. Gidemeyenler ise komünizmle mücadele adı altında işkencelere maruz kaldılar ve yıllarca cezaevlerinde tutuldular.
1960 darbesinin, dünyada esmekte olan özgürlük rüzgarının etkisiyle yaptırdığı 1961 Anayasası, kısmen rahatlama sağlamış olsa da, 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren devleti koruma refleksi harekete geçti. Zira zamanın genelkurmay başkanının söylemiyle “Sosyal uyanış iktisadi gelişmeyi aşmıştı.” İşte bu nedenle ordu üst kademesi, NATO’nun onay ve desteğiyle 12 Mart 1971 tarihinde verdiği muhtıra ile devrimci yükselişi baskı altına aldı.
Nitekim muhtıranın ardından ilan edilen sıkıyönetimin ilk hedefi, önceki yıllarda, başta “6. Filo Türkiye’den Defol” eylemi olmak üzere, NATO ve ABD karşıtı birçok eylem yapmış olan devrimci gençlik hareketi ile işçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütlenmesi oldu. Ancak 12 Mart muhtırası istenen sonucu vermediğinden, emperyalizm daha sert ve sonuç alıcı bir darbe hazırlıklarına başladı. Dolayısıyla, Türkiye 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren, hızla ekonomik ve siyasi istikrarsızlığa sürüklendi. Başta 1 Mayıs 1977 Olayları ile 1978 Maraş Katliamı olmak üzere, irili ufaklı birçok katliam planlandı, suikastlar yapıldı. Yaratılan bu kaos ve çatışma ortamı toplumu bunalttı ve 12 Eylül 1980 tarihinde yapılan darbe için gerekli zemin sağlanmış oldu.
12 Eylül Darbesi, emperyalizmin, siyasi ve ekonomik politikalarının uygulanmasının yolunu açmak için planlamış bir darbeydi ve amacı, toplumu bu politikaların uygulanmasına karşı çıkamayacağı şekilde dizayn etmekti. Kesin sonuç alınması için, sosyalist, aydın, demokrat herkes baskı ve zulümle susturuldu.
12 Eylül faşist darbesinin en önemli projesi, eğitimi Türk-İslam sentezine oturtmaktı. Çünkü kutsal devlet ideolojisi ile uluslararası sermayenin buluştukları yeni dünya düzenine uygun nesiller yetiştirilmesi bir ihtiyaçtı.
Aslında bu politikanın benimsenmesiyle, geçmişte kavga ediyormuş gibi gözüken devletin çekirdek ideolojisi ve din eksenli siyaset buluşmuş oldular. Böylece iki tarafın hedefi olan toplumu, düşünmeyen, verilene razı, biat eden bireyler topluluğuna dönüştürme hedefine ulaşılacaktı. İki taraf da ancak bu yolla, sosyalist sol ile devletin kuruluşundan itibaren baskı altında tutulan etnik siyaseti kontrol altına alabileceklerini düşünüyorlardı. Ancak bu buluşmaya rağmen, özellikle devlet ideolojisinin temsilcisi olan statükocu yapıdan kaynaklı, 90’lı yıllar boyunca iki kanat arasında çatışma devam etti. Bu nedenle, ordu 28 Şubat Muhtırası ile Türkiye siyasetine bir kez daha ayar verdi. Bu arada merkez ideoloji, sosyalist bloğun dağılmasıyla kaybettiği komünizm düşmanlığı kozunun yerine, barışçıl demokratik yollarla çözmeyi reddettiği Kürt sorunun yol açtığı çatışmalı ortamı koyarak toplumu peşinden sürüklemeye devam etti.
28 Şubat’ın siyaseti dizayn etme projesinin hayata geçirilmesiyle, milli görüşçü kadronun önemli bir kısmı devlet ideolojisi ile anlaştı ve 2002 yılında Ak Parti’yi (AKP) kurdu.
AKP’nin kurulmasının amacı, eski siyasetlerden farklı olduğu imajı ile merkez siyasetten uzaklaşmakta olan kitleleri, yeni bir merkez siyasetinin etrafında toplamaktı. Ancak bu şekilde, ekonomik krizler ile siyasi çalkantıların devlet ideolojisinden uzaklaştırdığı kitleler sistem içinde tutulabilirdi. Kuşkusuz AKP, emperyalizmin Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) destek vereceği vaadiyle ABD’nin desteğini de aldı. Aynı AKP, yerli ve yabancı sermaye ile anlaşarak çalışma hayatında onların uzun yıllardır beklediği ve hükümetlerden istedikleri esnek çalışma biçimlerini yürürlüğe koydu. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi devletin herkese eşit ve parasız vermesi gereken hizmetleri paralı hale getirerek, sermayenin yatırım yapmasına açması, devletin elindeki, birçok kamu kurumunu özelleştirme adı altında sermayeye peşkeş çekmesi, finans sermayesini ihya eden düzenlemeleri hayata geçirmek suretiyle toplumu kredilerle borçlandırması gibi uygulamaları da bu anlaşmanın sonucuydu. Aslında AKP, milli görüşten ayrılanlar ile Fetullah Gülen liderliğindeki paralel yapıdan oluşan bir koalisyondu. Bu koalisyon ortakları arasında, daha ilk günden itibaren, alttan alta süren ve yargıyı ele geçirmek üzere 2010 yılında yapılan anayasa değişikliğinin ardından su yüzüne çıkan ciddi bir paylaşım kavgası vardı. İşte bu kavga nedeniyle, paralel yapı önceden bildiği, ancak uygun zaman da kullanmak için baştan beri sessiz kaldığı yolsuzlukları, 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonlarına malzeme yaptı. Operasyonların sarstığı iktidar, 7 Haziran 2015 seçimlerinde meclis çoğunluğunu kaybetti. Ancak Anayasa’yı yok saydı, seçim sonuçlarını tanımadı ve 1 Kasım tarihinde yenilenen seçimlerde yeniden tek başına iktidar oldu. Başta CHP, muhalefetin bu anayasa ihlaline ciddi bir karşı çıkış örgütlemek yerine seçimlerin yenilenmesine rıza göstermesi, bundan sonraki anayasa ve yasa ihlallerine zemin hazırlayan önemli bir kırılma noktasıdır. Nitekim bundan cesaret alan iktidar, 15 Temmuz 2016 tarihinde, iktidar bloku içindeki kavganın yol açtığı darbe girişimini fırsata çevirdi ve 20 Temmuz 2016 tarihinde ilan ettiği Olağanüstü Hal’i (OHAL) ülkenin olağan yönetim biçimi haline getirdi.
Kuşkusuz bu sürecin muhalefet açısından en trajik olayı, ana muhalefet partisinin, iktidarın kendisine direnç gösteren HDP’nin lider kadrosunu tasfiye etmek için gündeme getirdiği dokunulmazlıkların kaldırmasına, “Anayasa’ya aykırı ama destek veririz” demesiydi. Nitekim verdiği destekle dokunulmazlıklar kaldırıldı ve HDP Eşgenel başkanları Selahattin Demirtaş ile Figen Yüksekdağ’ın da aralarında bulunduğu HDP’nin lider kadrosu tutuklanarak cezaevine atıldı.
Yine muhalefetin, iktidarın anayasa ve hukuk tanımaz bir şekilde HDP’li belediye başkanlarını görevden almasına güçlü bir karşı duruş sergilememesi de, iktidarı bundan sonraki anti demokratik uygulamalar için cesaretlendirdi.
Tüm bunlar yaşanırken, MHP çözüm masasını deviren ve Kürt sorununun barışçıl çözümünden vazgeçen AKP’nin yanına geçti. İki ortak, kafa kafaya vererek, Türkiye’nin yarım yamalak demokrasinin yok edecek adımları atmaya başladılar. Böylece İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde “Demokrasi bizim için amaç değil araçtır.” diyen AKP Genel Başkanı’nın kafasındaki tek adam yönetimine geçişi sağlayacak olan 18 maddelik anayasa değişiklik paketini, OHAL koşullarında, 16 Nisan 2017 tarihinde referanduma sundular. Referandum günü, sandıkların açılmasına 1 saat kala, Yüksek Seçim Kurulu (YSK), Sandık Kurulu mührünü taşımayan mühürsüz oy pusulalarının geçerli sayılacağını ilan etti. Bu hukuksuzluğu seyreden muhalefet, iktidarın elini güçlendirmeye devam etti. Bu arada, 24 Haziran 2018 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanı ve Milletvekili seçimleri OHAL altında, propaganda yapmanın bile olanaksız olduğu bir ortamda yapılırken, seçim akşamı ana muhalefet partisinin Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin ortadan kaybolması ve tweet atarak ‘adam kazandı’ demesi de, muhalefetin gövdesini taşıyan CHP’nin hanesine eksi puan olarak yazıldı.
Özellikle muhalefetin, her seferinde yurtdışına asker gönderilmesi tezkerelerine sorgulama yapmadan milli hassasiyetle destek vermesi, dışarıdan yöneltilen demokrasi ve insan hakları eleştirilerine karşı iktidarla ortak açıklamalara imza atması ve “Sonuna kadar arkandayız. Sakın geri adım atma!” demesi gibi yanlışlar, iktidarı bugün muhalefete, “Ben ne dersem ona inanacaksınız, çünkü ben devletim, sizin devleti sorgulama hakkınız yok” deme noktasına getirdi. Bu nedenle, Garé operasyonu sonrası, ana muhalefet partisi genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun sorduğu sorulara, “Terbiyesiz. Ben sana bakanlarımı gönderiyorum, bilgi veriyorlar, sen buna layık değilsin” diye hakaret ediliyor. Yine HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar, “PKK’nin elinde rehin olan devlet görevlilerinin şehit edilmeleri ağır bir insani hukuk ihlalidir, bunu şiddetle kınıyoruz. Ancak hakikat ortaya çıkarılsın” dediği için, iktidar sözcüleri ile yandaşların saldırısına maruz kalıyor. Zira iktidar, karşısındaki muhalefetin bir araya gelmemesi için ona yumuşak karnı olan Kürt sorunu üzerinden yükleniyor.
6 milyon seçmenin oyunu almış meclisin üçüncü partisi HDP’yi terörle ilişkilendirmek için oyunlar tezgâhlıyor ve muhalefeti HDP’nin kapatılması girişimine destek vermeye mecbur bırakmaya çalışıyor. Amacı, karşısında oluşması muhtemel geniş bir seçim ittifakını önlemek olan bu politika, ülke barışını tehdit etmektedir. Kurulduktan birkaç ay sonra katıldığı ilk seçimde iktidar olan AKP, muhalefeti bilmiyor ve muhalefete düşmeyi düşünmüyor. Kendisini ne olursa olsun iktidar da kalmaya endekslemiş bir partidir. Bu nedenle kendisini eleştirenleri hainlikle suçlamakta ve kendisine yöneltilen eleştirileri ben seçilmişim, bu bana oy veren seçmene hakarettir diyerek yargıya taşıyan partili Cumhurbaşkanı, milyonlarca seçmenden oy almış muhalefete ağzına geleni söyleme hakkını kendinde görüyor. Bugüne kadar, iktidarın her yaptığına milli menfaatlerimiz diyerek arkasında saf tutan muhalefetin bu noktaya gelinmesindeki sorumluluğunu sorgulaması ve iktidarın söylem ve eylemleriyle ayrıştırdığı toplumu birleştirip halkın desteğini alacak bir demokrasi programı ile ortaya çıkması gerekiyor. Başka türlü, geçmişin vesayetinin yerine kendi vesayetini koyan, “Muhalefetin ne yapacağına, ne söyleyeceğine, nereye gideceğine, kimin kiminle görüşeceğine ben karar veririm, çünkü ben devletim. Ben varsam devlet var, ben yoksam devlet de yok” diyen iktidara dur demek mümkün olmayacak.
Kısacası bloke edilmiş siyasetin, ülkenin sorunlarını çözemediği gün gibi ortadadır. O zaman sistem içi de olsa siyaset, birikmiş sorunlara çözüm bulmaktaki tıkanmışlığını ancak bloke edilmiş olmaktan kurtularak aşabilir!