ATA HER YERE BİR KAYYUM!
Veli BEYSÜLEN yazdı:
Türkiye uzun süredir, iktidar eliyle demokrasinin olmazsa olmazı olan sandık iradesinin sakatlandığı bir süreci yaşıyor. 12 Eylül darbesinin hemen ardından cuntanın çıkardığı 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanununu, üniversiteleri tek merkezden kontrol altına almak amacıyla Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) adıyla bir kurul oluşturulmasını düzenlemişti. Elbette, üniversite özerkliğini bitiren ve üniversiteleri otoritenin emrine amade hâle getirerek eğitimi bilimsellikten uzaklaştıran bu kanun ile onun getirdiği YÖK, akademik camiada olduğu kadar sonraki yıllarda üniversite gençliği ile siyasi arenada da çokça eleştiri konusu oldu. Öğrenciler her yıl, kanunun resmi gazete yayınlanarak yürürlüğe girdiği 6 Kasım tarihinde Türkiye çapında protesto eylemeleri düzenleyerek YÖK’ün kaldırılması ve üniversite özerkliğinin sağlanması taleplerini yüksek sesle dile getirirlerdi. Bu kanunun 13. maddesi, rektör seçimini düzenliyordu. Buna göre, rektörün görev süresinin dolduğu veya herhangi nedenle rektörlük koltuğunun boşaldığı üniversitede, rektör adayları arasında akademik kadronun oy kullandığı seçimde ilk üç sıraya girenlerin isimleri YÖK tarafından Cumhurbaşkanına bildirilir, Cumhurbaşkanı kendisine bildirilen üç isimden birisini rektör olarak atardı. Elbette ilk sırayı alanın direkt atanmaması ve Cumhurbaşkanına, üç kişi arasından birini atama yetkisi verilmesinden dolayı, bunun tam demokratik olduğunu söylemek mümkün değildi. Ancak bugün için, 703 sayılı Cumhurbaşkanı kararnamesi ile kanunun bu maddesinin bile yürürlükten kaldırıldığını, Cumhurbaşkanının üniversite içinden veya dışından istediği kişiyi rektör olarak atamaya yetkili olduğu düşünüldüğünde, 12 Eylül cuntasının düzenlemesinin daha demokratik olduğunu söylemek abartı olmaz.
Türkiye 2021 yılına, Cumhurbaşkanının, tam olmasa da, kısmen üniversitede görev yapan akademik kadronun iradesinin yansıdığı rektör belirlenmesi yöntemini, 703 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile ortadan kaldırması ve rektör atamada kendini tek yetkili ilan etmesinin avantajı ile ülkenin en gözde üniversitelerinden biri olan Boğaziçi Üniversitesine AKP’de siyaset yapmış, üniversite dışından birisini rektör olarak atamasını tartışarak başladı. Sadece tartışmakla kalınmıyor, üniversitenin akademik kadrosu ile binlerce öğrencisi tarafından, “Kayyum rektör istemiyoruz” sloganı ile protesto eylemleri yapılıyor.
İktidar sözcüleri ise alışıldık söylem tarzları ile anayasal güvence altında olan demokratik protesto hakkını terörle ilişkilendirmeye çalışıyorlar.
Bu algıyı topluma kabul ettirmek için, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının “Toplantı ve Gösteri Hakkı” başlıklı 34. maddesinin güvencesi altında olan demokratik eyleme katıldıkları gerekçesi ile sabahın köründe öğrencilerin evleri basılıyor, kapılar kırılarak içeri giriliyor, evde bulunan yaşlılar ile çocuklara korku filmlerindeki sahneler yaşatılarak gençler gözaltına alınıyor. Bunun düzmece bir algı operasyonu olduğu, terör örgütü üyesi olmak ve terör örgütü adına eyleme yön vermek suçlamasıyla bu şekilde gözaltına alınan öğrencilerin tamamının mahkeme tarafından serbest bırakılmaları ile de sabittir. Yalnızca öğrencilerin serbest bırakılmaları değil, Kadıköy’de mahalle muhtarının evine girilmesi, girilen başka bir evde, “Aradığınız kişi burada oturmuyor” dendiğinde “Ama bu sokaktan geçti” denmesi ve yurtdışında olan gencin evine baskın yapılması, bu operasyonun protesto eylemini terörle ilişkilendirme amacıyla yapılan düzmece bir operasyon olduğunun göstergesidir.
Tüm bu ev baskınları ile gözaltına alınmaların yandaş medyaya servis edilmesinin, protesto eylemini terörle ilişkilendirmek ve uygulamalarımıza karşı gelen herkes bu sonuçla karşılaşacak propagandası ile topluma korku salmak gibi iki amacı vardır. Halbuki operasyon, savcılık tarafından terör örgütüne yönelik yürütülen bir soruşturma kapsamında değil, “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet ve görevli memura mukavemet etme” iddiasıyla başlatılan bir soruşturma kapsamında yapılmaktaydı.
Anayasal protesto hakkı polis şiddetiyle bastırılmaya çalışılırken, bilim yuvası üniversitenin kapısının kelepçelenmesi yüz karası bir sahne olarak fotoğraf karesine yansıdı. İktidar ile yandaşların algı oluşturma çabası o kadar had safhada ki, öğrencilerin söyledikleri “Kanlı Pazar” marşı, DHKP-C marşı olarak yaftalandı. Halbuki bu marş, 1969 yılında İstanbul Taksim’de 6. Filo’yu ve emperyalizmi protesto etmek üzere 76 gençlik örgütünün düzenlediği miting öncesi, meydanda namaz kılan bir grubun, polisin gözetim ve desteğinde, alana giren gençlere saldırmaları ve iki genci bıçaklayarak öldürmeleri üzerine Ruhi Su’nun sonraki yıllarda bestelediği bir marştır. Marşın bestelendiği 1977 yılında DHKP-C daha kurulmamıştı.
Tarihi bu kadar hoyratça kullanan ve gerçekleri ters yüz edenler bunu çok iyi biliyorlar.
O gün Taksim Meydanı’nda önce namaz kılıp sonra polisin korumasında 6. Filo’yu protesto eden gençlere saldırarak iki genci katledenlerden bazıları, sonraki yıllarda siyasete girmiş, sağ siyasi partilerde siyaset yapmışlardı. Bu kişilerden bazıları, 19 yıldır bu ülkeyi yöneten AKP’de, kuruculuk, yöneticilik ve milletvekilliği yaptılar.
Saray rejimi, Boğaziçi öğrencilerinin bu eyleminin, kendi üniversitelerine anti demokratik bir şekilde rektör atamasıyla sınırlı olmadığını ve bunun ülkede uyguladıkları despotça yönetim tarzına bir karşı koyuş olduğunu bildiklerinden, ellerindeki tüm olanaklarla topyekün saldırıya geçmiş bulunuyorlar. Bu nedenle sözcüleri, medyası ve trolleriyle her türlü yaftalamaya başvuruyorlar. Yaftalama da yetmiyor, AKP Gaziantep eski milletvekili Şamil Tayyar gibiler, 15 Temmuz darbe girişimi sırasında, üstleri çıplak kolları arkadan kelepçeli halde yere yatırılmış olanların fotoğrafını paylaşmak suretiyle, “Darbeye heveslenenlere 15 Temmuzu hatırlatırız” diyerek tehditler savuruyor.
İktidarın küçük ortağı MHP’nin Genel Başkanı ise Gezi direnişinin AKP iktidarı ile başında bulunan Recep Tayyip Erdoğan’ın anti demokratik, hukuksuz uygulamalarına karşı anayasal protesto hakkının kullanıldığını söylemiş olduğunu unutmuş olsa gerek, “Boğaziçi öğrencilerinin protestosu, Gezi Direnişi benzeri bir darbe kalkışmasıdır ve başı derhal ezilmelidir” diyecek kadar kendinden geçmiş bulunuyor.
İşin ilginç olan yanı ise, kendileri 28 Şubat sonrası türbanlı öğrencilerin üniversitelere alınmamaları sürecinde, üniversite kampüslerinde, sokaklarda, meydanlarda yapılan protesto eylemlerine katılan ve destek verenlerin, bugün milletvekillerinin orada ne işinin olduğunu sorgulamalarıdır. Protesto eylemleri sırasında Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin yanında olan, polis ile öğrencilerin karşı karşıya gelmemeleri ve herhangi bir olumsuzluk yaşanmaması için çaba sarf eden muhalefete mensup milletvekillerinin orada olmalarını eleştiriyorlar. Bu eleştirileri yapanların, milletvekilinin, vekilliğini üstlendiği yurttaşların karşılaştıkları sorunlarda yanlarında olması ve sorunların çözümü hususunda yardımcı olması gerektiğini bilmiyor olmaları mümkün mü?
Ne bekleniyordu?
Vekillerin, seçmenlerine karşı sorumluluklarını yerine getirmeyerek öğrenci ile polisin karşı karşıya gelişini sessizce izlemeleri mi?
Bu ülkenin gençlerinin polis tarafından gözaltına alınmasına seyirci kalmasını mı?
Maaşını alıp Ankara’da oturmasını ve her söylenene kafa sallamasını mı? Ancak bu şekilde mi makbul bir vekil olarak kabul göreceklerdi?
Ne yazık ki söylemler bununla da kalmıyor ve öğrencileri sevdikleri, onları korumak istedikleri söylemleriyle işin rengi daha da değiştirmeye çalışılıyor. Bu öğrenciler kimden korunacak? Sol örgütlerden. İddia ne? Öğrencilerin sol örgütlerin yönlendirmesiyle bu protestoları yaptıkları. Yani antidemokratik bir uygulama ile üniversiteye rektör atanmasına tepki gösteren öğrenciler, bunun yanlış olduğuna karar verip anayasal protesto hakkını kullanmak için bir örgüt yönlendirmesine ihtiyaç duyuyor öyle mi? Bu asılsız bir iddia, algı yönetiminden başka bir şey değildir. Kaldı ki onlar zaten halkın çocuklarıdırlar ve geneli sol düşünceye sahiptirler. Sizi rahatsız eden de üniversiteyi ele geçirme planı yapmaya iten de onların bu yapılarıdır.
Söylemler birbiri ile o kadar uyumsuz, kafalar o kadar karışıktır ki yandaş bir köşe yazarı da, “Boğaziçi elitistlerin değil, halkındır” diyerek öğrenci protestolarına tepki göstermektedir. Elitistler dediği, Anadolu’nun değişik il ve ilçelerinde yaşayan ve Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden biri olan Boğaziçi Üniversitesini kazanarak, burada okuma şansına sahip olan yoksulların veya orta sınıfın çocuklarıdır. Öyle ya bu üniversite ticaret yapmıyor. Dolayısıyla, burada toplumun her kesiminden insanın çocuğu okuyabilir. Çünkü Boğaziçi ile benzeri birkaç üniversitede okuyabilmenin tek kıstası, sınavda bu üniversitelerin herhangi bir programına girecek puana ulaşabilmektir.
Tepkiler tahmin edeceğimiz gibi öğrenciler ve milletvekilleri ile sınırlı kalmıyor. Türkiye’nin en büyük metropolünde, bir üniversitenin öğrencileri, kayyum rektör atamasına karşı çıkıyor ve protesto eylemi yapıyorlar. Bu ülkenin ana muhalefet partisinin bu ildeki en üst temsilcisi olan il başkanı, öğrencilere destek veriyor ve açıklama yapıyor. Ve kızılca kıyamet kopuyor. Bir partinin il başkanının orada ne aradığı sorgulamakla kalınmıyor, teröre destek verdiği suçlamasında da bulunuluyor. Hatta Cumhurbaşkanı, CHP İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun DHKP-C üyesi olduğunu söylüyor. Dikkat edin, üye olduğuna veya ilişkisi olabileceğine dair bir şüphe belirtmiyor, doğrudan üyedir diyor.
“Kanıt var mı? Varsa savcılar bugüne kadar neden gereğini yapmadılar?” diye sormuyor, soramıyor gazeteciler.
Evet görüldüğü gibi iktidar, yaptığı hukuksuzluklara karşı çıkanların, demokratik haklarını kullanmalarını terörle ilişkilendirmek için, sayısız sözcüleri, yandaş medyası ve trolleriyle topyekün saldırıya geçmektedir. Anayasal güvence altında olan Toplantı ve Gösteri Hakkını kullananlara yönelik operasyonlar düzenlemekte, evler basılmakta, insanları sindirme politikası uygulamaktadır. Bir yandan reformdan bahsederken diğer yandan bunları yapan iktidar halka korku salmaya çalışmaktadır. Bu olayda gösteriyor ki, hükümet, önümüzdeki süreçte kayyum atama politikasını genişleterek sürdürecektir. Bu nedenle muhalefetin bu işin üzerine gitmesi ve “Artık yeter!” demesi elzemdir.