Ah bu “otoriter anayasa yapma geleneğimiz!”
Mahmut ÜSTÜN yazdı:
Levent Köker’in yazısı üzerine notlar-2
Köker’in analizinde demokrasi yine yorumumuzda yanılmıyorsak toplumsal ve sınıfsal boyutuyla değil genel bir otoriterlik-demokrasi ikilemi içinde ele alınmaktadır. Bunun temel nedeni ise makalenin Türkiye’nin liberal akademik dünyasına hâkim olan kadim yöntemsel kapandan çıkılamaması, bu konuda gösterilen tutucu tavırdır. Bu yöntemsel kapan çoğumuzun malumu olduğu üzere siyasal gelişmeleri asker-sivil, devlet-birey ve sivil toplum karşıtlığı üzerinden okumaktır. Köker’in makalesi- hakkını teslim etmek gerekir ki- kendini asker-sivil, devlet-birey ve sivil toplum karşıtlığın temelinde bir demokrasi otoriterlik ilişki kurmaktan kurtarmaya çalışmaktadır. Bu çabası “asker” ürünü “vesayetçi diktatörlük”ten “sivil” ürünü (bazın popülist bazen de başkancı rejim olarak tanımlanan) bir başka diktatörlüğe geçtiğimiz konusunda net bir vurguya sahip olmasında da görülmektedir. Ama bizce yine de bunu asker ve sivili birlikte kesen bir “otorter anayasa yapma geleneği” kavramlaştımasıyla yapmaya çalışmak ne yazık ki çözüm olmamakta ve makale bu yöntemsel kapan içinde kıvranıp durmaktadır.
Oysa yukarıda vurguladığımız gibi Köker, popülizm ve rekabetçi otoriterlik kavramlara yönelik sorgulamalarını derinleştirebilir ve/veya neo liberal otoriterlik-faşizm saptamaları üzerinden analizi geliştirebilirdi. Köker ne yazık ki tam da bu sınıra geldiğinde devam etmek yerine hızla frene basmaktadır. Bu adımı atamadığı için demokrasiyi yukarıdaki ikilikler üzerinden tanımlamak akıbetinden kurtulamamaktadır.
Makalesinde AKP için “vesayetçi demokrasi’den kurtulmaya çalışırken, en azından biçimsel anlamda ‘demokratikleşme’ yerine artık demokrasi olarak nitelendirilemeyecek otoriter bir rejime dönüşmüş olmaktadır” değerlendirmesi yapan Köker’in geçmiş yıllarda AKP için 2002 ve 2010 arası dönemde demokratikleşme alanında çok önemli adımlar atan bir parti nitelemesi yaptığını biliyoruz.
Yukarıdaki cümle bize 2010 sonrası AKP’nin pratiği otoriterleşme olarak açıkça niteleyen Köker’in “vesayetçi demokrasiden kurtulma çabası dönemi” olarak nitelediği 2010 öncesi dönem hakkında şu anda ne düşündüğü hakkında açık bir fikir vermiyor. Aradan geçen bunca zaman ve öğretici deneyimden sonra Köker’in bu ilk dönem hakkında açık bir reddiye cümlesi kurmamış olması bize ‘acaba hala eski fikrini mi koruyor?’ sorusunu sorduruyor ve eğer öyleyse önce demokrasi alanında hayli önemli adımlar atan AKP’nin çok kısa bir zaman diliminde nasıl açık bir diktatörlük yönelimine girdiği konusunda kendisinin bir açıklama borcu olduğunu hatırlatmak ihtiyacı duyuyoruz.
Aynı yöntemsel yaklaşım Köker’in, AKP’nin neo liberal otoriterliğin bir temsilcisi olması hasebiyle, başlangıçtan itibaren yasama ve yargının ya da diğer fren odaklarının etkisizleştirilmesi yoluyla özerkliği artırılmış güçlü bir yürütme yaratma arayışında olan bir parti olduğu gerçeğini es geçmesine yol açmaktadır. Bu yöntemsel açmaz yalnız bu güncel gelişim sürecini değil tarihsel bazı siyasi vakaları kendi özgüllükleri kapsamında açıklamakta da aciz kalmakta, otoriterlik ortak noktasında bütün tarihi süreçler aynı kefeye konulmaktadır. Ama yine de elimizde her şeyi açıklayan anahtar bir saptama vardır: “Otoriter anayasa yapma geleneğimiz!”
Peki; aynı otoriterleşme, yasa, kurum ve kural tanımazlık eğilimin ABD ve İngiltere gibi “demokratik anayasa yapma geleneğinin timsali” ülkeleri de kapsadığı düşünülecek olursa, Türkiye’deki son dönemdeki otoriterleşme sürecini tek başına ya da esas olarak “otoriter anayasa yapma geleneği” ne bağlamak açıklayıcı olabilir mi? Kötü gelenek bu süreçte yalnızca bu süreci kolaylaştıran ve hızlandıran tali bir faktör değil mi?
Örneğin sivil DP’nin ikinci döneminde yasama, yargı ve askeri bürokrasi başta tüm bürokrasiyi by pass ederek bugünküne çok benzer biçimde koyu bir otoriter rejime nasıl dönüştüğü, ya da örneğin bir askeri darbenin, 27 Mayıs darbesinin ön ayak olduğu 27 Mayıs Anayasasının Türkiye tarihinin parlamenter demokrasi tarihi açısından en ileri Anayasal düzenlemesi olma gerçeğini ya da yine asker vesayetli 12 Eylül Anayasasını sadece otoriter anayasa yapma geleneğine dayanarak açıklayabilmek olanaklı mı? Bu hem çok fazlasıyla tek boyutlu hem fazlasıyla bilinç-kültür faktörlü, hem de evrensel ve yerel toplumsal gelişmeleri ve güç dengelerini önemsizleştiren bir analiz yöntemi değil mi? Burada Dinçer Demirkent’in Arend’e referansla yaptığı anlamlı hatırlatmayı bir kez daha tekrarlamak gerekiyor: “Güç ancak karşı bir güçle sınırlanır.”
Demokrasi ve anayasal metinler de temelde devlet ve toplum içindeki bu güç dengesinin yansımasının ürünüdür. Bütün anayasaları birbirine benzer ya da farklı kılan anayasa yapma geleneklerinden ziyade o anayasaların arkasındaki güçler, güç dengelidir. Ama bu güç dengesi bizim zihnimizin ürünü formüllerle inşa edilen bir şey değil gerçek hayatta oluşan ve kendilerini anayasal güvenceye aldıracak denli gerçek olan güçler arasındaki bir dengedir.
“Otoriter anayasa yapma geleneğimize” referansla, salt ya da temelde bu tür analitik araçlarla, bu sorulara tatmin edici izahlar getirilemez. Bugüne değin getirilememiştir de.
Köker”in analizi, bu çerçevede gerçek toplumsal-sınıfsal ve siyasal güçleri değil kültürü, fikirleri ve kavramları esas aldığı için makalenin otoriterleşmeden demokrasiye geçiş için bizlerin önüne koyduğu reçete, aydın ve politika yapıcıların “bu otoriter gelenek ve restorasyon riski” hakkında bilinçlen(diril)meleri oluyor ve bu da gerçek hayatın karşısında oldukça naif kalan bir öneri olma sınırını aşamıyor.
Devam edecek…