8 Mart mor mu, kızıl mı?
Güney Afrika’nın efsanevi lideri Nelson Mandela, 1962’de 44 yaşında girdiği hapishaneden, 1990 yılında 72 yaşında bir ihtiyar olarak çıktı. Ancak 80’lerde ilginç bir olay yaşanacaktı. Mandela’nın hapishanede öldüğüne dair bir haber tüm dünyaya yayıldı. O yıllarda birçok kişiyi üzecek bu olay, aslında hiç yaşanmadı. Yine de Mandela’nın hapishanede öldüğü yönündeki efsane, geniş yığınlar üzerinde uzun yıllar etkisini sürdürdü. Hatta 2013 yılında Mandela (gerçekten) öldüğünde, onun 80’lerde öldüğünü sanan pek çok kişi şaşkınlığa uğrayacaktı.
Mandela’nın ölümü sonrasında yaşanan bu şaşkınlık karşısında ise adına “Mandela etkisi” denen yeni bir kavram ortaya çıktı.
Kitlesel olarak doğru kabul edilen yanlışlar ya da var olduğu sanılan ama gerçekte olmayan şeyler, bir gerçeklik yanılsaması olarak karşımıza çıkar. “Mandela etkisi” de, doğru kabul edilen yanlışları tanımlamak için geliştirilmiş bir terim olarak (en azından bu gibi durumları tanımlamak adına) burada imdadımıza yetişti.
Tarihte “Mandela etkisi”ne verilecek pek çok örnek var. Ancak bunlar içerisinde en trajik olanı, kuşkusuz ki şeyin tam karşıtı olarak biliniyor olmasıdır.
Okullarda, kütüphanelerde, kitaplarda ve ansiklopedilerde; kulağında küpesi ve burkulmuş bıyıklarıyla profilden gördüğümüz o karizmatik Osmanlı padişahını hepimiz biliriz: Yavuz Sultan Selim. Bildiğimiz bir şey daha var: Yavuz Sultan Selim’in en büyük düşmanı Şah İsmail’dir. Nitekim Şah İsmail ve Yavuz Selim arasındaki tarihi çekişme ve bu çekişmenin doruk noktasını temsil eden Çaldıran Savaşı, büyük kıyımlara ve Anadolu’da bir altüst oluşa neden oldu.
Bu tarihi çelişki ve çatışkılar bilenerek günümüze kadar gelir. Burada ilginç olan ise bizlere Yavuz Sultan Selim diye sunulan resmin aslında Şah İsmail’e ait olmasıdır. O burkulmuş bıyıkları, hafif patlak gözleri ve kulağındaki küpesiyle resmedilmiş kişi; Yavuz Selim değil, Şah İsmail’dir ve bu durum tarihi bir kargaşanın, bir hatanın eseridir. Tuhaf bir şekilde bu “hata” bilinçli olarak, ısrarla sürdürülür.
Bugün Yavuz Selim hayranı binlerce “Osmanlı çocuğunun” kafasındaki Yavuz Selim imgesi, düşman olarak bellediği Şah Hatayi’nin ta kendisidir. Aynı denklem tersi için de geçerli… İşte trajedi budur.
Kitle psikolojisi, olayın ya da olgunun doğruluğunu, çoğunluk tarafından doğru olarak tanımlanıp tanımlanmadığı üzerinden değerlendirme eğilimine sahiptir. İnsanların doğru sandığı ancak gerçekte doğru olmayan pek çok şey, bu psikolojik ahval yüzünden toplumsal bir haklılığa ulaşır.
Propaganda aygıtını elinde bulunduran her egemen, küçük bir aşıyla kitle bilincini dama taşı gibi oradan oraya oynatabilmekte. Egemen aşı o kadar gaddar ve kitle bilinci de o kadar sefildir ki, insanın düşmanını dost, dostunu düşman sanması ya da varlığın kendisine yabancılaşması işten bile değil.
8 Mart’a yüklenen anlam ve onun temsil ettiği şey de bir yabancılaşma içinde. Ortaya çıkışıyla bugünkü var oluş biçimi arasında bir farklılaşma söz konusu. Buradaki durum da, tipik bir “Mandela etkisi” örneği oluşturuyor. İnsanlar 8 Mart’ı “kadınlar günü” sanıyor, oysa değil…
Bir iddiaya göre; 8 Mart 1857’de sosyalist sendikalar öncülüğünde ABD’nin New York kentinde kadınlı erkekli 40.000 dokuma işçisi greve gitti. ABD yönetimi daha o zamandan azılı bir emek düşmanıydı ve grevi kanla bastırdı. Bu saldırı sonucunda 120’nin üzerinde emekçi kadın yaşamını yitirecekti. Bu olay ülkede bir kırılma yarattı. Sosyalist sendikalar ve örgütler, bildiriler yayınlayıp polisin tavrını kınıyor bir yandan da patron ve patroniçelere karşı emekçileri örgütlenmeye çağırıyorlardı. Toplum ikiye bölünmüştü ama bu bölünme kadınlar ve erkekler ekseninde değil, sosyalist emekçiler ve karşıtları biçimindeydi.
Zaten 8 Mart’a karakterini veren şey “kadın” olduğu kadar da “emek”ti. Tüm dünyadan sosyalistler ve emekçiler bu katliama öfke kusuyorlarken Avrupa’nın ve Amerika’nın zengin patronları ve eşleri, o dönem revaçta olan malikâne davetlerinde “eğlencenin dibine vuruyorlardı”. Emekçi kadınların katledilmiş olması ya da 8 Mart’ın bir anma günü olarak belirlenmesi gibi konular onların pek de umurunda değildi.
Bu iddianın ne kadar doğru olduğu bugünlerde yeniden tartışılıyor, ancak tartışılamayacak kadar kesin olan bir şey varsa, o da 8 Mart’ın, Marksistler tarafından insanlığa armağan edildiğidir. Zira 8 Mart’ın tarihi bir gün olarak tanınması için ilk teklif 1910 yılında Almanyalı kadın Marksist Clara Zetkin tarafından yapılacaktı. Zetkin, bu teklifi “Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı”nda dile getirdi.
Zetkin’in bu önerisi, gerçek anlamda dünyada ilk kez 1921 yılında Moskova’da gerçekleştirilen “3. Enternasyonal Komünist Partiler Toplantısı”nda düzenlenen “3. Uluslararası Kadınlar Konferansı”nda hayata geçti. 8 Mart, bu konferansta, “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak belirlendi.
Kapitalizm, kendisi için bir tehdit olarak gördüğü hemen her şeyi yok ediyor. Bunu, becerebildiği oranda öldürme, beceremediği noktada ise asimile etme biçiminde yapıyor. Özellikle neo-liberal ve post-modern politikaların Batı metropollerinde alazlanıp dünyaya pompalandığı 70’li ve 80’li yıllar, Batı’nın devrimci değerleri kendisine yabancılaştırma çabalarının yoğunlaştığı yıllardı.
Bugün Che Guevara gibi sisteme silah kaldırmış en “radikal” unsurlar bile, sistem tarafından adeta “düzeniçileştirildi”. Che, temsil ettiği tüm değerlerden soyutlanarak, kendine yabancı bir figür haline getirildi. Guevara etiketli ürünlerin bulunduğu geniş bir pazar bile yaratıldı. Che’nin, elinde silahıyla verdiği pozlar kapitalist dünyanın duvarlarını süsledi ama tek bir şartla: “Kimse o silahın neden ve neye karşı kullanıldığını umursamayacaktı.”
Sistem, kendisi için tehlike oluşturabilecek tüm değerleri kendine yabancılaştırarak, onu biçimsel bir değer haline getirmeye çalışır. İçeriğinden bağımsız ve kof bir şeye dönüştürür. Kapitalizm bununla da yetinmez, değdiği hemen her şeye bir pazar alanı açar. Bu onun doğası gereğidir.
Düzenin, 1910’dan tam 65 yıl sonra, 1977 yılında “Dünya Kadınlar Günü” gibi bir kavramla ortaya çıkmış olması da tesadüfî değildir. Amaç 8 Mart’ı yaratan değerleri kendisine yabancılaştırmak ve kapitalizmin kullanım alanına sokmaktır. Nitekim bunu da başarır. Emekçi kadınların kanıyla yazılmış bir tarihten “emekçi” lafını çıkarır ve “kadınlar günü” olarak ambalajladığı bu yeni ürünü piyasaya sunar. İçeriğinden soyutlanmış bir gündür artık 8 Mart.
Tarihin acı bir cilvesi; patronlara karşı mücadele ile can pahasına yaratılmış bu gün, patronların banka reklamlarının mezesi haline gelir. Diri diri yakılmış sosyalist kadınların temsil ettiği değerler, kadınlara hediyeler almaya indirgenen bir gün haline getirilir ve patronların çıkarına hizmet eden bir pazar yaratılır. Onun için 8 Mart artık bir metadır, gerçekliğinden arındırılmış haliyle kitleye sunulacak bir üründür.
Böylelikle kadın sorunu üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkilerinden bağımsızlaştırılır. Salt başına “kadın mücadelesi” demek olan cinsiyetçi propaganda dayatılır. Düzen, kadının da mevcut sınıf ilişkileri içerisinde tıpkı erkek gibi gerici, orta yolcu veya ilerici olabileceği gerçeğini gizleyen efsunlu bir perde çeker gözlere. Bu liberal akıl tutulmasına karşı çıkan; durumun, evdeki basit iş bölümü meselesi olmadığını vurgulayan herkesi de “kadın düşmanı” olarak etiketleyerek, ağzını açamaz hale getirir. Böylelikle 8 Mart da, kendisi olmaktan çıkar ve hatta karşıtı olan bir şeye dönüşmüş olur.
Yığın, bir şeyi kendi olmaktan çıkaran egemen ajitasyona anında teslim oluyor. Bu anlamıyla kitle, 8 Mart’ı kadınlar günü sanan aklıyla bir “Mandela etkisi” örneği oluşturuyor. Oysa 8 Mart “kadınlar günü” değildir. O, “Dünya Emekçi Kadınlar Günü’dür.
Serhat HALİS